7 Ekim 2016 Cuma

Hayaller Viyana, Hayatlar Ege!


Bu şarkıyı yazarken bir yandan Ajda'dan kimler geldi, hayatımdan kimler geçti şarkısını mırıldanıyor bir yanım. Birileri gelip geçmiyor elbette ama zaman oldukça hızlı geçiyor. Uzun zamandır bloğa yazı yazamadığımdan belkide hemen ruh halime uyarlayıverdim şarkıyı. Sayılı vicdan azabım var şu hayatta bloğu ihmal de bunlardan biri. Başka bir sebepten var ancak şuan için gizli ve ben de kalsın.

En son yazımda tatile gidemediğimden bahsetmiş, isyanları oynamıştım. Bu süreçte uzunca süren tatilimle bomba gibi İstanbul topraklarına döndüm. Yıldönümüzle kesiştirdiğimiz tatilimizde hayaller Viyana'ydı biletler alınmış, yerler ayırtılmış lakin OHAL ve yıllık izinlerin iptali sebebiyle hayatlar Ege oldu. Olsundu, bunu bulamayanlarda vardı. Nerelere gitmedik ki! İlk durağımız Eski Foça oldu. Foça'ya üniversite döneminde gitmişliğim ve hayran olmuşluğum vardı zaten. O yüzden iyi bir başlangıç olmuştu benim açımdan. Canımız ciğerimiz Booking'imiz sayesinde Limon Butik Otel denen yerle tanıştık. Ekşi şeyleri seven biri olarak daha adından vuruldum kendisine. Foça'nın sahiline beş dakika mesafede, sahil şeridi ara sokağında olduğu için ıssız ve bir o kadar sakin bir köşede. Adının hakkını veren sarılıkta, Hansel'le Grater'in nefsine yenik düşüp tırtıkladığı ev tadında. Diğer yanda az ötesinde marketle de her daim ihtiyaçlara cevap veren bir yerdi. Odamız temizdi. Bahçesinde oturma ve okuma köşeleri bir harikaydı. Kafa'dan, Kafkaokur'a tam ağzımıza layık tüm dergiler hizmetimizdeydi. Konaklamaya dahil serpme kahvaltısı ve omleti oldukça başarılıydı. Tek eksi yanı duşa kabinin kapısının bozuk olmasıydı. Her ne kadar işletmecisine söylediysek de pek iplemedi. O kadar kusur kadı kızında da olur canım. Limon Butik Otel'e ilgili fotolar ve tatil sefam yanda! (tık, tık, tık, tık)  Bu arada Foça denizi ölümüne soğuktu. Yazı için seçtiğim görselde ona istinadendir.

Akşam yemeği hizmeti bulunmadığından yemeklerimizi dışarıdan yedik. Zaten toplamda iki gün için gittiğimizden çok da sıkıntılı olmadı bizim açımızdan. İki mekan önerim var ki şu aşamada tam önerilesi. Egeye kadar gelip balık yemeyenleri döverler malum. İlki Fokai Balık Restoran. Denize nazır, harika balık ve mezeler, uygun fiyat, hizmette kusur etmeyen garsonlar. Bir balıkçıdan daha ne isteyebilir ki insan. İkinci mekan ise butik ve harika mezeler yapan bir Yunan restoranı Kuzina Foça. Arnavut ciğeri meşhur, zeytinyağlıları egenin hakkını veren cinsten, sade chessecake'i bir enfes. Kısaca çok memnun kaldığımız bir mekan oldu.

İkinci durağım ise Mordoğan oldu. Gene tercihimizi butik otelde kullandık ve Üzüm İskelesi Butik Oteli tercih ettik. Üzüm İskeleri Butik otel, Türkiye'de iskele üzerinde kurulmuş tek otel. Marina konseptiyle vintage'ı harmanlayan farklı bir tarza sahip, dalga sesleri ile uykuya dalıp sakinliği sevenlerin favorisi olabilecek bir mekan. Hayatımda ilk kez denize bu kadar mesafede uyudum. Unutulmayacaklar arasına çoktan girdi bile! Fotolar için şuraya, buraya, oraya tıkla!

Üzüm Butik Otel'in bir de kendi adını taşıyan bir restoranı var. Balık ve meze konusunda oldukça iyiler. Yıldönümümüzü iskelesinde denize karşı harika bir atmosferde geçirdik. Konaklamaya kahvaltı dahildi ve serpme kahvaltıları da oldukça iyiydi. Mordoğan ilçe olarak 70 üstü yaş ortalaması ile bir yaşlı kafası ancak bizim gibi kafa dinlemeye gidenler için harika bir yer.

Gelelim sonraki durağa. Oradan İzmir'e geçtik. İkimizde İzmir'den İstanbul'a yolu düşen iki kişi olarak İzmir'deki akraba, dost, arkadaş ziyareti ile geçirdik iki günümüzü de. Akabinde en yakın arkadaşlarımızdan birinin yazlığına Çeşme'ye gittik. Eylül ayında gittiğimizden şehir boşalmış ve curcunadan uzaktı. Meşhur kumrucu Hüseyin'de kumrumuzu yedik, Ilıca sahili cafelerinde kokteylimizi yudumladık, Köy evini andıran Halabağı  Kahvaltı Evi'nin bahçesinde organik serpme kahvaltımızı ettik. Denizimize girdik. Kısaca meydan bize kalmıştı ve durumu değerlendirdik.

Son durağımız yani bayramdaki durağımız Davutlar-Kuşadası oldu. Güneşlendik, Liman Balık Restoran'da zar zor yer ayırtırıp (talep çok fazla) balık-meze yaptık ve çok memnun kaldık. On iki günün sonunda tatilin dibini gördük diyebilirim. Ege'de balığa ve mezeye doyduk. Özetle tam on iki gün hayat tam anlamıyla bize güzeldi. Viyana belki gidemedik ama tatilimizi Ege'de en iyi şekilde değerlendirdik.

Ay neyse yazıyı çok uzattım. Gezi yazısı portalına çevirdim burayı. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere. Arayı daha fazla açmamayı temenni ediyor, esenlikler diliyorum.







23 Eylül 2016 Cuma

Yeni Yılın İlk Umresi Semersah.com’da



Hac ve Umre ziyaretleri için kutsal topraklara gitmek isteyenlerin en çok tercih ettiği özel kuruluş olan Semerşah Turizm, kaliteli, konforlu ve huzurlu hizmet anlayışıyla çalışmaktadır. Hac ve Umre ibadetleri bireylerin kendilerini yenilemeleri, Hak yoluna konsantre olmaları, günlük yaşamın karmaşasından kurtulup Hak’a dönmelerini sağlar. Bu bakımdan tercih edilen kuruluşun işinin ehli, alanında deneyimli olması gerekir. İşte tam da bu bağlamda Semerşah Turizm misafirlerinin ibadetin öncesinde, ibadet sırasında ve yeniden evine dönene kadar huzur içinde olmalarını garanti edebilmektedir. Öncelikle Semersahturizm.com adresini ziyaret eden bireyler, hizmetler hakkında detaylı bilgi ve yönlendirme elde edebilmekteler. Özellikle Umre’ye gitmek isteyenler Semersahturizm.com’a girerek Umre ön kayıt formunu doldurduklarında en kısa zamanda kendilerine geri dönülmektedir. Bu sayede en uygun fiyatlara, istenilen dönemler içindeki Umre turlarına katılabilmek mümkün olmaktadır. Semersah Turizmin internet sitesini takip ederek Umre turlarıyla ilgili kampanyalardan da haberdar olmak mümkündür.

2017 Ocak Umre Turu
Umre turlarının nasıl, ne zaman ve ne şekilde yapılabileceği ile ilgili genel bilgiler Semersahturizm.com’da bulunabilmektedir. Bununla birlikte merak edilen ve talep edilen detaylı bilgiler ise Umre ön bilgi ve ön kayıt formu doldurularak yetkili kişilerden öğrenilebilmektedir. Semersah Turizmin 2017 yılı Ocak ayı Umre turu ile ilgili bilgilere de yine Semersahturizm.com’dan ulaşmak mümkündür. Bu bağlamda 2017 yılının ilk Umresi olan Ocak ayı Umresine uygun fiyatlarla katılmak isteyenler Türkiye genelinden rezervasyon yaptırabilmekteler. Semersah Turizm ile Ocak ayında Umreye gidecek olanlar, kredi kartına taksit imkânı ile çok uygun fiyatlarla Umre kayıtlarını yapabileceklerdir.

Semerşah Turizm İle Ocak Umresi
2017 yılı Ocak ayında gerçekleşen Umrede, misafirler Semerşah Turizm güvencesi ile lüks otellerde 2, 3, 4 kişilik odalarda konforlu ve huzurlu bir ortamda konaklama imkânı bulacaklar. Ocak Umresi misafirleri Mekke’de Hare-mi Şerif’e 10 dakika mesafedeki Semerşah Plaza’da, Medine’de ise Mescid-i Nebevi’ye sıfır mesafede bulunan Ramada Otel’de konaklayacaklar. Mahremiyet kurallarının hüküm sürdüğü otellerde misafirlerin ibadetlerini huzur içinde geçirmeleri temel hedeftir. Modern donanımlı otellerde Türk aşçıların hazırladığı yemekler misafirlere sunulmakta ve misafirlerin her türlü konforu ve ihtiyacı göz önünde bulundurulmaktadır. İbadetini yerine getirirken dünyevi hiçbir sorunla karşılaşmak istemeyen ve uygun fiyatlarla Umre’ye gitmek isteyen tüm Müslümanlar Semerşah Turizmin 2017 Ocak Umresine katılmalıdır.




7 Eylül 2016 Çarşamba

Yorgan Mevsimi Yaklaşıyor!


Geride bıraktığımız yaz aylarının ardından, sonbaharla birlikte artık havalar soğumaya başladı. Mevsim değişikliğine uyum sağlamaya çalışırken, geceleri üşüyüp uyandığımız bile oluyor. Kışlık kıyafetlerimizi giymeden dışarıya çıkamadığımız günler yaklaşıyor. Kış yaklaşırken, uykularımızın vazgeçilmezi olan yorganları gözümüz arıyor. Kışın içine kıvrılıp derin bir uykuya dalmanın rahatlığına kavuşabilmek için, yorganlarımızı erkenden hazırlamamızda fayda var. 

 Sağlıklı bir uyku için sıcak ortam vazgeçilmezdir. Evimizi her ne kadar sıcak tutmak için çabalasak da, uyku hâlindeyken sıcak bir yorgana sarılmayı isteriz. Yorganın kalın olması, sıcak tutacağı anlamına gelmez. Bu yanılgıya düşüp aldığımız yorganları kullandığımız kış aylarında birçok hastalığa da davetiye veriyoruz. Kaliteli yorganlar genel olarak hava alabilen, yumuşak ve hafif olan yorganlardır. 

 Elyaf, kaz tüyü ve diğer doğal malzemelerden üretilmiş çok sayıda yorgan modelleri Yatsan’da mevcut. Doğru seçimi yapabilmek ilk bakışta oldukça zor ve karmaşık görünür. İlk etapta dikkat etmemiz gereken şey, yorganın dolgu malzemesidir. Bu malzemenin doğal liflerden oluşması büyük önem taşıyor. Kılıfın da aynı malzemeden üretilmiş olması, yorganın kalitesini arttırır. Elyaf ve kaz tüyü yorganlar, hafifliğinden dolayı uyku hâlinde etkisini hissettirmez. Hafif olmasına rağmen, yoğun ısıtma özelliğine sahip. Hava dolaşımı da sağladığı için son derece sağlıklı bir uyku sağlar. Bu tür yorganları gönül rahatlığıyla tercih edebilirsiniz. Böyle bir yorganınız varsa, her mevsimde yorgan değişikliği yapmanıza da gerek kalmaz. Yine de havalar çok soğuk veya çok sıcak olduğunda değiştirebileceğiniz bir yazlık, bir de kışlık yorgan bulundurmanızı öneririm. Elyaf ve kaz tüyü yorganlar da birbirinin aynısı değildir. İkisinin de kendine göre avantajları ve dezavantajları var. Kaz tüyü yorganlar daha rahat oldukları için çok tercih edilse de, bakımı zor olduğu için elyaf yorganları tercih edebilirsiniz. Kış yaklaşırken hepinize sımsıcak ve huzurlu bir uyku diliyorum. 


18 Ağustos 2016 Perşembe

Tatile Gidemeyen Kızın Hazin Öyküsü


Yazın son günlerine girmeye başladık malumunuz. Ancak henüz yazı iliklerime kadar hissedebilmiş değilim. Çünkü henüz doğru dürüst tatil yapamadım. Ayağımı çok sevdiğim denize sokamadım. Vücudumu kuma gömemedim, plajdaki en büyük zevkim kitap ve dergimi okuyamadım, parmak arası terliklerimle plajda salınamadım, bin bir özenle hazırladığım best listimi dinleyemedim, hunharca yanamadım vesaire vesaire.

En özet haliyle İzmir'den İstanbul'a taşınınca o eski halimden eser yok şimdi. Hoş İzmir'deyken de her haftasonu ultra beach cluplarda son model mayokinim ve full makyajlı ikoncan arkadaşlarımla kulağa tırmalayan ve yüksek ihtimal nakaratı ikilemelerden ibaret pop şarkılarıyla kopmuyordum lakin denize yakın olmak bile psikolojik bir rahatlama sağlıyordu. Çeşme'siydi, Urla'sıydı, Mordoğan'ıydı, Foça'sıydı bir çok yazlık yer popomuzun dibindeydi. En azından evde oturduğum hafta sonları eş dost Çeşme'de Alaçatı'da yer bildirimi yapıp, fotolar paylaştıkça bu kadar hasetlenmiyordum. İki adım ötem ya, nolcak! İstersem ben de gidebilirim diye avutabiliyordum kendimi. Ama şimdi nerde? İki damla su görmek için magazin programı izler oldum, ünlülerle empati kurup Bodrum sahillerinde güneşleniyor, Çeşme'de hayali kumrumu soğuk kolamlan yudumluyorum.

İstanbul'a gelince işin rengi epey bir değişti tabii. Ah nerde o eski yaz tatilleri! İstanbul kadar denize sahip, bir o kadar da denizsiz memleket var mı acaba? Kedinin ciğerle yaşadığı münasebet gibi denize bakıp bakıp ayağının dahi pislikten sokamamak temel mesele. Havuz olayına da açıkçası pek sıcak bakamıyorum. Onlarca kişi aynı suyun içinde tepişmesinin yanı sıra çoluk çocuğun kulağının dibinde bağrışmaları ve dalabildiklerini anneleri dahil olmak üzere tüm havuz başı ahalisine duyurmaları çekilir çile değil. Diğer yanda gereksiz havuz kuralları da cabası. Habire buz gibi duş altından duşa girmek zorunluluğu ise tahammülüm yok. Kesinlikle deniz insanıyım.

Diğer yanda millet de benim gibi deniz hasretine daha fazla dayanamamış olacak ki sosyetenin göbeği Tarabya, Bebek sahilinde don-atlet denize giriyor. Hayır sosyete de Çeşme, Bodrum'da olmasa yaz boyu Bebek'teki ultra lüks yalılarının önünde bütün gün don-atlet kombinli dayıların çivileme atlayışlarını ve Bebek sahilinin mangal dumanına boğuluşunu falan izleyecek. Allah'tan zenginler.

Hoş o kadar param olsa tatile Bali, Hawaii, Miami'ye falan giderdim. Bodrum'da bir lahmacuna 60 tl verip yediğim kazığın mutluluğuyla neden tatmin olayım. Ki eğer illa Bodrum olacaksa geçen sene balayı bahanesi ile kaçtığımız Gümüşlük best onedır benim için. Koskoca Nejat İşler tası tarağı toplayıp yerleşti boru mu. Hatta o da kesmedi Gümüşlükspor'u şampiyon falan yaptı.

İzin tatillerinin nihayet rafa kalkmasıyla tatil planları da yapmaya başlamadım değil hani. Planlarda belki biraz Foça, sonra Mordoğan ardından biraz da Çeşme ve Kuşadası var. Emekli kafasında sakin bir tatil planlarken, evlilikte 1 seneyi doldurmak üzere bir insan olarak tatil anlayışında içi geçmişleri oynuyorum. Kalabalıktan kaçma adı altında gene ülkenin en kalabalık tatil beldelerine giden insan türünü çözemezken, henüz benim gibi gidemeyenlere iyi tatiller diliyorum. Halen benim gibi deniz, güneş, kum özlemiyle kavrulanlara fikir olarak ise geçen sene gittiğimiz Gümüşlük ve Kıbrıs tatil yazılarımı mutlaka göz atmalarını öneririm. Sevgiler.





21 Temmuz 2016 Perşembe

O Hal'de Kaldığım Yerden Devam


Bir önceki yazımda hiç aklıma gelmeyen günleri yaşadık ülke olarak. Öyle ki yedi senedir sesimi duyurabildiğim bloğumun bile sesi kısılabilirdi ya da komple kapatılabilirdi az kalsın olabilecek darbeyle. Neyse ki büyük bir felaketin eşiğinden döndük ve üstesinden geldik ülkecek, kaybettiğimiz şehitlerle bedeli ağır da olsa. Bu işin parti veya bir siyasetçiyi destekleme ya da yerme ile ilgili değil, milli birlik ve beraberlik meselesi olduğuna inanlardanım. O yüzden aklıselim her insan gibi darbeyi kınıyor, ölen şehitlere Allah'tan rahmet diliyorum.

Dün itibariyle de OHAL'deyiz artık. Bu dönemde OHAL ile ilgili bolca asparagas haber dolaşacak ortada. Durumu lehine çevirmek isteyen fırsatçılar mutlaka olacak. Mesela bu sabah kulağıma gelen kendini polis olarak tanıtıp evlere arama bahanesiyle girerek, hırsızlık yapan sahtekar kişiler. İlk günden bu durumdan faydalananlar çıkıyorsa, önümüzdeki günlerde hangi olaylarla karşılaşacağız ya da duyacağız kim bilir. Bu süreçte bence en önce yapmamız gereken şey anayasa hukukunda geçen OHAL durumlarında geçerli mevzuatı iyice okuyarak hatta mobil telefonlarımıza indirerek içeriğini bilmemiz, uyanık olmamız gerekiyor. Anayasada çekirdek hak olarak geçen dokunulamaz nitelikteki haklarımızı bilerek, bu durumdan kendince yararlanmaya çalışan kişilere de fırsat vermememiz gerekli.

Beni takip edenler bilirler, bugüne dek yazılarımda hiç siyasi içeriğe yer vermedim. Zira herkes hakim olduğu veya icra ettiği konu ile ilgili bir şeyler karalamalı düşüncesindeyim. Diğer yanda beni takip edenler günün stresi ve üzüntülerinden uzaklaşma ve deşarj olmak için yazılarımı okuyorlar, bunu da farkındayım. O yüzden hafif ve hayatın karmaşasından uzak konulara yer veriyorum. Öte yanda ben de kendimi iyi hissetmek ve okuyanlarımı mutlu etmek adına buradayım.

Neyse şimdi gelelim yazının eğlenceli kısmına. Ve kısa sürede neler biriktiğine.

Geçen yazımda unuttuğum harika bir mekanla başlayacağım. İlki Balat Hobbit House. Eşimle Balat'ta keşif turuna çıktığımız bir hafta sonu Forsquare önerileri sayesinde bulduğumuz bir mekandı. Üç katlı cumbalı bir cafe diğer yanda yardımhane. Cafe dediğime bakmayın kafe sahipleri size öyle bir muamele ediyor ki kendinizi anne ya da teyze evinde hissediyorsunuz. Hatta günün sonunda çayı ocaktan alıp bizzat kendi bardağınıza servis yaparak ve masanızda ücretsiz çekirdek ile de akraba ya da anne evinde olma duygunuz daha da pekişiyor. Ayrıca kahvaltılarının da çok iyi olduğunu duyduk. Hobbit House'u farklı kılan tek şey servis anlayışı değil. Hobbit House aslında bir 'At-Kurtul' evi. Ne demek at kurtul? Evinizden atmak istediğiniz ya da vermek istediğiniz kısaca size fazlalık gelen her şeyi bu eve vererek ihtiyaç sahipleriyle buluşturuyorsunuz. Diğer yanda kafedeki tüm masa, sandalye ve dekorasyon bir At-Kurtul fikri eseri. Adeta bir müze gibi. Adına masumiyet müzesi mi dersiniz, bit pazarının eski bir konakta vücut bulmuş halimi artık orası size kalmış. Hobbit House'a ait fotolara ise buradan ulaşabilirsiniz. Evden kurtulmaya çalıştıklarınıza veda etmek, hoş sohbetle kendini iyi hissetmek ve tüm bunları yaparken de başkalarına yardımda bulunarak vicdanen rahat ve mutlu olmak için size Hobbit House'u öneriyorum. (Ayrıca su da tamamen ücretsiz!)

Başkalarını mutlu etmek demişken bahsetmek istediğim başka bir proje daha var. Adı 'Belki de Sensin'. Eşimin arkadaşının hayata geçirdiği proje kanser hastalarına kök hücresi bağışlamasına yönelik. Diğer yanda projeyi hayata geçiren Aykut arkadaşımızın eşi de lenf kanseri hastası ve şuan kendisine uygun ilik aranıyor. Projeyi hayata geçirdikten çok sonra başlarına gelen bu talihsiz olay adeta onlar için birer sınav olmuş durumda. Şuan için uygun ilik halen bulunamadı ve Aykut'un eşi gibi aslında daha yüzlercesi sırada ve uygun iliği bekliyor. Diğer yanda ülkemizde ne yazık ki ilik nakli oldukça düşük. İnsanlarda birçok sebepten dolayı ilik nakline karşı büyük ön yargılar var. Bu ön yargılar ilik nakli bekleyenlerin kendilerini daha çaresiz hissetmelerine sebep oluyor ne yazık ki. Biraz da benciliz sanırım bu konuda. Başımıza ya da bir yakınımızın başına gelmeden empati kurup, harekete geçebilme olanağımız oldukça düşük. O nedenle ben de blogta bunu duyurarak ön yargıları kırma ya da harekete geçirme gibi bir misyon edindim. Projenin ismi gibi bugün sağlıklıyız lakin yarın iliğe ihtiyaç duyacak Belki de Sensin! Ya da şuan son çaresi ilik nakli  olan kişiye yapacağın ilik bağışıyla onu hayata döndürecek kişi Belki de Sensin!  Denemeden, bilemezsin. Proje bugüne dek birçok sanatçı ve haber, tv programları tarafından desteklenmiş. Umarım duyarlılık seviyemiz biraz daha yükselir ve kan bağışına verdiğimiz öneminin en azından yarısını kök hücresi nakline verebiliriz.


Son bahsetmek istediğim mekan ise geçtiğimiz günlerde Influanza ekibinin düzenlediği Influanza Meet Up etkinliğinin gerçekleştiği Beşiktaş'taki mekan olan Ayıbedenler Coffe & Radio idi. (Radyo denmesinin sebebi ise her Pazartesi 21:00-23:00 arası siteleri üzerinden radyo yayını yapmaları, bence bir şans verin!) Mekan işletmecilerinden Emrah bize kahvenin tarihinden ve Alman icadı Chemex'le iyi bir kahve nasıl hazırlanır uygulamalı olarak gösterdi. Müzisyenlik mesleğinin verdiği hareketlilik ve sempatik kişiliği ile bize çok eğlenceli geçen bir sunum yaptı. Ben de hiç durur muyum, Instagram'da hemen kayda aldım. Videolara buradan ve şuradan ulaşabilirsiniz. Videodan sıkılırım diyenlere ise bir kaç ipucu; 1- Kahveden oran 1/15 oranında olmalı. (1 gram kahveye, 15 gram su), kahveyi kaynar su ile yapmayın (92-97 derece arası makbul). Diğer yanda siz de 3. nesil kahve dükkanları olarak atfedilen butik kahvecileri tercih ediyorsanız, içtiğiniz kahve çekirdeğinin belgesini mutlaka görün. (Nerden geldiği, türü vs.) Starbucks, Cafe Nero gibi büyük kahve zincirlerinin de sadece bir günde yaptığı dev üretimi düşünerek kahve çekirdeklerinden çok da üstün bir performans beklemeyin.

Diğer bir paylaşmak istediğim şey ise Nike'ın hem IOS hem de Android için geliştirilen mobil uygulama Nike+ Training. Özel videolu anlatımları ve kalori hesaplaması ile henüz bir haftadır kullanmama rağmen oldukça memnun kaldığım bir uygulama. Alt tarafı video YouTube'dan da izler, uygularım diye küçümsesem de uygulamayı indirip, spora başlayınca aslında beklentimin çok üstünde olduğunu gördüm. Tamamen bana bağlı şekillenen ve yer verdiğim tercihlerle tamamen bana özel (tercihlerim; haftada 3 gün, ham vücut, kadın) bir program çıkaran uygulama ön yargılarım rafa kaldırdı. Diğer yanda egzersizlerdeki hareket çeşitliliğiyle de sıkmıyor. Sürekli aynı hareketlerle insanı darlamıyor.

Diğer uygulama daha doğrusu oyun ise dünyayı çalkalayan Pokemon Go. Ben de çeşitli yollardan, 'neymiş ya bu kadar' düşüncesiyle indirsem de bu sıcak yaz gününde sokaklarda gezip, Pokemon avlama konusunda kendimi nedense yaşlı gördüm. Pokemon tasolarıyla büyüyen nesildik ancak Pokemon avına fazla yetişkin kaldık sanırım.

Ve favori dizim geçen ay sahalara döndü. Hangisi mi? Tabii ki 'Orange is the New Black' 4. sezonu ile devam eden dizi diğer sezonlar gibi oldukça hareketi. Şuan için daha yarılamamış olsam da Netflix'te bir an tüm bölümle yayınlanınca bitiririm düşüncesi ile yavaş yavaş izliyorum. Konusunu bilmeyenlere kadın kapalı ceza evinde yaşayanların hayatlarına yer veriliyor. Tabii ki türk işi 'Parmaklıklar Ardında' arabesk bir işleyişi yok. Amerikan dizilerinin uçarı ve orijinal senaryolarından biri diyebilirim. Birbirinden farklı milletten ve suçlardan dolayı bir araya gelmiş kadınların normal üstü hikayeleri. Diğer yanda bolca östrojen hormonu barındırdığından tam bir kadın dizisi demek yanlış olmaz.

Ve yazımı bir romanla kapatayım. Dün bitirdiğim, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı. Bana göre klasik bir ıssız adam hikayesi. Evlilik, bağlılık ve sorumluluktan korkan ama aşka da aşık bir adamın dört mevsime sığdırdığı hikayesi. Diğer yanda duygularını günlüğüne veya arkadaşlarına mektuplarla açmış bu adama aşık kadınların hikayesi.

Yazıma şimdilik son verirken sonraki yazıma daha iyi bir ruh haliyle yazmayı umut ediyorum. Elbette sizlerin de aynı hisler ile okumanızı. O güne dek kendinize iyi bakın.





11 Temmuz 2016 Pazartesi

Biriktirdiklerim-3


Blogta verdiğim uzun bir kafa tatilinden sonra tekrardan buradayım. Geçen süre zarfında neler oldu neler.

Öncelikle harika bir konseri geride bıraktım. Cazın kraliçesi Hindi Zahra'yı. Şarkılarını dinleyen biri olarak Zorlu'da 'Jazz in Ramadan' konsepti ile ramazan süresince sahne alan cazcılardan olan Zahra, beklediğimin çok üstünde sesi ve sahne performansıyla kendisine hayran bıraktı. Henüz kendisini keşfetmediyseniz, mutlaka dinlemenizi öneririm. Bazı parçalarını dinlerken Amy Winehouse'u dinlemiş gibi oldum. Duygulandım ne yalan söyleyeyim.

Ardından beni epey saran bir kaç kitap okudum. Bunlardan ilki sonunda okumaya fırsat bulabildiğim Milenyum serisinin dördüncüsü David Lagercrantz'dan 'Örümcek Ağındaki Kız' idi. Kitap diğer serilerin devamı niteliğinde. Ancak bu kez farklı bir yazarın kaleminden. Bu kitapta da bolca Lisbeth Salander'ın yaşadıkları, peşini bırakmayan geçmişi ve tüm olayları altüst eden hackerlik kahramanlıklarını ve serinin vazgeçilmez gazetecisi Mikeal Blomkvist'in maceralarını okuyorsunuz. Bu kitap içeriğinin yanı sıra yazılma hikayesi bakımından da oldukça ilginç. Zira Milenyum üçlemesi olarak çıkan ve ilk üç kitabın (Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız) yazarı olan Stieg Larsson, dördüncü kitabını yazmaya başladığı 2011 senesinde kalp krizi geçirmesi ile hayatını kaybediyor ve roman yarım kalıyor. Daha sonra Davis Lagercrantz dördüncü kitabın yazarlığını üstleniyor. Başta olay örgüsüne ön yargılı yaklaşsam da Lagercrantz görevini hakkıyla yerine getirmiş. Diğer serilerinde olduğu gibi üç günde kitabı bitirerek, büyük bir hayranlıkla kitabı kapattım. Umarım serinin devamı gelir.


Diğer okuduğum kitap ise kişisel gelişim tadında ama daha çok kişisel iletişim denebilecek olan Psikolog Kevin Hogan'ın 'Etkili İletişimin Önündeki 8 Engel'. Kitabı oldukça uygun fiyata ve market rafından alınca, çok medet ummadan ama gene de şans tanıyarak kitaba başladım. Kitaptaki örneklemeler ve iletişim tavsiyeleri oldukça faydalı buldum. Gerçek hayatımda uygulamaya karar verdim. Diğer yandan diplomalı iletişimci olarak günlük hayatta kişisel iletişimde ne denli başarılı olduğumun sorusunu da ayrıca irdelemiş bulundum

Kısaca bu iletişim ipuçlarını sıralamam gerekirse; ilk izlenim ilk beş saniyede gerçekleştiğinden duruş, cümle giriş kısmında dikkatli olmak, sürekli karşınızdakinin lafını bölerek içine kendinize dair bir şeyler sıkıştırmamak (karşınızdakinin konuşurken hevesinin kırılmaması ve bencil algılanmamak açısından oldukça önemli), iki kulağınızı kullanmak yani konuşulanın iki katı kadar dinlemek, cümleye fakat, ama, aslında gibi direk itiraz cümleleriyle başlamamak (karşınızdakinin kavgacı bir kişilik algısı yaratıyormuş), bir konuyu ya da kişiyi eleştirirken olumlu yönleriyle sunarak sadece olumsuz eleştirilerle kafa yarmamak, iş görüşmeleri benzeri olumlu etki yaratmanı gereken ortamlarda kişilerin sağ tarafında kalacak şekilde oturarak ya da sunum yaparken daha çok sağda durarak daha olumlu bir etki yaratmak (oldukça ilginç ama bilimsel olarak doğruluğu kanıtlanmış!) ve son olarak göz teması ve gülümsemek çok önemli. Bir çoğunu bilmeme rağmen kitabı okudukça dinleme konusunda sıkıntılı olduğumu fark ettim. Sabırsızlık her konuda olduğu gibi burada da ruhuma işlemiş.

Herkesin çatır çatır kınalar yakıp, evlendiği bu dönemde bekar kalabilenlere ise harika bir film önerim olacak. (Evlenip, eleğimi asınca atıp tutması da pek de bir güzel oluyor ama.) Bekarlığın eğlenceli yönlerini işleyen Amerikan yapımı bir komedi filmi 'How to be Single'.  Bizimkiler Bekar Yaşam Kılavuzu olarak çevirmişler Türkçe'ye. Erkek arkadaşından kötü bir biçimde ayrılmış Alice'in bu sendromu atlatmak için yakın arkadaşları Robin, Lucy ve Meg tarafından avutulması ile filmin hikayesi başlıyor. Ardından gelsin bekarlık sultanlıktırdan başlayıp, sabahlar olmasınla devam eden maceralar. Hani bir çerezlik film kategorisi var ya. İşte aynen öyle.

Ve sona en eğlenceli kısmı bıraktım. Bayramdan önce geçtiğim iki haftayı geçirdiğim IAB Türkiye'nin düzenlediği Algida +UniChallenge Dijital Kampı'nda geçirdim. Türkiye'den İletişim ve diğer fakültelerden mezun ya da halen eğitimi devam eden dijitale meraklı 50 kişi ile bir araya gelerek bilgilendirici ve unutulmaz tam on gün geçirdik. Etkinliğin Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü'nde gerçekleşmesi ile de Bebek'in eşsiz manzarası ve kampüsün bizi çarçabuk içine çeken doğası, hayatımızda tecrübe edindiğimiz unutulmaz mekanlar arasında yerini aldı bile.

Eğitim boyunca gerek dijital sektördeki başarılı kişilerden gerekse dijitalde rüşdünü ispatlamış akademisyenlerden dersler aldık. Tribal Worldwide Ömür Kula'dan reklam sektöründe reklamverenlerin diline pelesenk olan 'viral reklam yapalım' kavramının inceliklerini öğrenirken, Leo Burnett İsmail Seval'dan başarılı bir dijital kampanya nasıl yaratılırı dinledik. Netcom Medya'dan Zeynep Taptık sayesinde mobilde bolca maruz kaldığımız oyun içi reklamların mantığını kavrarken, Google'dan Serhat Atayeter'den Google Adwords'ün işlerliği konusunda bilgiler aldık. Eğitim boyunca kendine has sunumu ve ezberbozan bakış açısıyla kendime idol seçebileceğim kişiler arasına giren Havas Worldwide'dan Erol Batıislam oldu. Twitter adresinden kendisini takip etmenizi şiddetle öneririm.

Diğer yanda 4129 Grey Başkanı Alemşah Öztürk'ü dinleme şansını nihayet bu etkinlikte elde ettim.  Dijital ajanslardaki sancılı üretim sürecini eğlenceli bir sunum eşliğinde kendisinden dinledik.

Bi Taksi & Getir uygulamalarının kurucusu Nazım Salur ile girişimciliğinin yaşının olmadığının canlı örneğini bizzat yaşadık. (50 yaşından sonra uygulamalarına hayat vermiş.) Ayrıca kampın sponsoru olan Unilever- Evre Peştereli ve Özge Sönmezsöz'den Algida'nın hem geleneksel hem de dijital medyada gerçekleştirdiği başarılı kampanyalarını izleme imkanı bulduk. Tüm bu konuşmacıların yanında Pegasus ve Yemek Sepeti'nin dijitaldeki hikayeleri, teknoloji gurmelerinden YouTuber Timmur Akkurt ve diğer yazamadığım tüm konuşmacılar sayesinde dijitale bakış açımız oldukça genişledi. Tam programın listesine şuradan ulaşabilirsiniz.

Uzun saatler boyunca dinlenen eğitimlerin ardından geriye kendi dijital kampanyamızı hayata geçirmek kalmıştı. Her birimize farklı dijital ajanslardan mentorlar atanarak verilen brief doğrultusunda kendimize has dijital hikayemiz hazırlanmamız istendi. Bizim mentorumuz ise Kollektif Ajans Kurucusu ve Başkanı Hüseyin Camcı oldu. Konu oldukça çetrefilliydi. Kışın dondurma yedirecektik! Beşer kişiden oluşan toplam on gruba ayrılarak bir hafta boyunca çalıştık. Projeden bağımsız ayrıca elimize 20 tl verilerek '20 tl ile nasıl zengin olunur'a kafa patlattık. Kimi kampüste karpuz sattı, kimi kitap ayracı tasarladı, kimi polaroid ile fotoğraf çekti. Biz de para ile hastanedeki doğum ünitelerinden para karşılığında göbek bağı alıp Boğaziçi'ne gömme işine girme fikriyle geldik. Gerçi uygulayamadık orası ayrı.

Sunum günü geldiğinde tüm gruplar oldukça heyecanlıydı. Çünkü deneyimli mentorlar, IAB Türkiye ve Algida'dan oluşan jüri üyeleri oldukça fazla ter döktürdüler. Ben ve grup arkadaşlarım ise #buyukdondurmahareketi adını verdiğimiz projemizle, Mynet sponsorluğunda Nan Şişhane'de gerçekleşen proje After Party'ide on ekip arasından birinci olduğumuzu öğrendik. Oldukça kısa sürede ortaya başarılı seçilen bir proje çıkararak, üzerine bir de ödüllendirilmek 7 numaralı (adını taşıyan diziden ilham aldığımız doğrudur) grup olarak oldukça gururumuzu okşadı. Ayrıca on gün boyunca farklı şehirlerden gelen kişilerle kaynaşarak, hayatımızın geri kalanında mutlaka görüşeceğimiz harika dostluklar da kazandık.

Kamp boyunca bize arkadaş gibi yaklaşan ve kahrımızı bolca çeken IAB'den İlhan'a (Demir), IAB ailesine, tüm konuşmacılara ve kampa ev sahipliği yapan Boğaziçi İİBF'ye ne kadar teşekkür etsek az. Ve bizi eğitim boyunca bedava dondurmalar ile besleyen Algida, birincilik ödülü olarak bize gidiş geliş uçak bileti ile ödüllendiren Pegasus ve diğer tüm sponsorlar ise kocaman bir teşekkürü hak ediyor. Etkinliğe dair diğer tüm fotoğraflara ise Instagram ve Twitter hesaplarımdan ulaşabilirsiniz.

Şayet siz de dijitale meraklıysanız seneye tekrar düzenlenecek UniChallenge etkinliğini şimdiden takviminize ekleyin. Olmaz demeyin şansınızı deneyin kısaca. Neyse yazıyı fazla uzattım. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere. Hoşçakalın.








15 Haziran 2016 Çarşamba

Home Sweet Home Kafası


Evin derdi hiç bitmiyor derlerdi de geyik sanırdım. Malum uzunca süreler yani evlenene kadar hiç kendime ait sorumluluklarımın olduğu bir evim olmamıştı. Tüm eksik gedik ailem tarafından ustaca görülmüş(tü). Müş diyorum çünkü ben bunu evlenip iş başa düşünce kavradım. Kendime ait bir yaşam alanına sahip olmanın tadı apayrıymış. Şehir dışında 3 günden fazla süre kalınca evimi, halımı, koltuğumu hatta ev terliklerini bile özlüyormuş insan onu anladım. Evlilik arifesinde evi döşerken ailelerimiz hiç müdahale etmedi, hiç bir şeye de karışmadı. Bizi özgür bıraktılar özetle. Bizde bildiğimizi okuduk. Dantel ört yeni gelinsin, şu renk koltuk al kir götürsün, şu renk halı al çocuk olunca da kullanırsın gibi baskılar olmaksızın kafamız rahat takıldık. Hatta yeni evlendiğimizde bir gazla koltuklara nene gibi koltuk örtüsü örtmüşlüğüm vardı. Ama sonradan daha bu yaşta örtülü koltuklarla mumya gibi oturmanın gereksizliğini fark ettim. Bizle bir yaşamayacak ne de olsa. Sonuç olarak ortaya ikimizi yansıtan bir yuva çıktı. Ev falan değildi resmen bizi yansıtan bir yuvaydı yani.

Bir de bu mevzunun başlangıcı var tabii. Evlilik başa gelince ve çeyiz denen merete girişilince ev gerekliliklerinin ne menem bir şey olduğunu görüyor insan. İhtiyaçlar bitmeyen şelale. Tabağı, çanağı, tepsisi, çarşafı, yastığı, yorganı.. Küçük çeyiz alışverişleri kisvesi altında başlayan alışverişler zaman içerisinden adeta çığırından çıkmıştı. Kutulamalara doyamadığımız çeyizleri güç bela paketleyip, kamyona yüklerken canım çıkmıştı. Yerleştirmesi de cabası. Eşyalar ne zaman yerleşti, yerlerine cuk oturdu işte ancak o zaman rahatladık.

Aradan koskoca bir sene geçse de evin ihtiyaçları halen sona ermiş değil. Sürekli bir eksik bir gedik. Neyse ki online alışveriş denen şeyi çıkardılar da rahatladık. Oturduğun yerden arkanda yastık, önünde kahven istediğin eksiğe bak dur halen. Bu aralar ev dekorasyonu için ise bolca uğradığım bir site var. Mutlaka duymuşsunuzdur; Evmanya. Hatta sarmakla kalmadım eşi dostu da bulaştırdım. Sitede neler mi var? Mobilyadan, ev tekstiline, halı ve aydınlatmadan, elektronik ürünlere, banyodan evcil hayvan sahiplerinin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak birçok ürün mevcut. Hele bir de bu aralar indirimlerde tavan yapmış durumda. Bu aralar eve avize bakarken birçok ürüne baktım. Birçok üründe de gözüm kaldı. Yeminimi bozup, her an alabilirim.

Diğer yanda evlenip, ununu eleyip eleğini asmış bizim gibi tipler çok iyi bilirler ki sizin düğünden sonra ayağınızı sürmüşçesine herkes birer birer evlenmeye başlar. Akabinde başlasın bitmek bilmeyen ev ziyaretleri ve ev hediyeleri. İşte bu aşamada gene Evmanya yardıma koştu. Bir de indirimden şık bir şey düşürdün mü tadından yenmiyor. Seçenek bol, fiyatlar oldukça uygun.

Özetle ev döşemek oldukça zahmetli ama döşediğin alanda da yaşamak bir o kadar zevkli. Herkesin aynı zevki yaşamasını diliyor, yazımı ninemin lafı olan evcağzım evcağzım sen bilirsin hancağzım ile bitiriyorum. Görüşmek üzere.







20 Nisan 2016 Çarşamba

Biriktirdiklerim-2


Tekrardan merhabalar. Bir önceki yazımın devamına gelmiş bulunmaktayım. Bu yazımda ise hayran kaldığım filmlerden biri olan gelecek günlerde vizyona girecek olan 'Brooklyn' filmiyle giriş yapacağım. Bir dönem filmi. Genç bir İrlandalı'nın para kazanmak için memleketinden ayrılıp Amerika'ya gitmesi ile başlayan hikaye. Başta yeni şehirde yaşamakta zorlansa da sonraları dans gecesinde tanıştığı Tony ile yaşadığı aşk şehri daha yaşanılası kılar. Diğer yanda en yakın arkadaşının düğünü için kısa süreliğine ailesinin yanına İrlanda'ya gitmesi ile bu kez arkadaşları tarafından tanıştırıldığı Jim kafasını karıştırmaya yeter. Bir yandan ardında bıraktığı mütavazi bir yaşama sahip sevgilisi Tony, diğer yanda memleketi İrlanda'da tanıştığı zengin ve popüler erkek Jim. İki aşk arasında kalan bir kadının ilginç ve sürükleyici bir hikayesi. Bolca empati kurarak, kendimi kaptırdığım bir film oldu. Vintage film sevenlerin romantik hikaye bonusuyla mutlaka görmesi gereken bir film.

Ve son filmim Oscar'da da ödülü kapan Spotlight. Tamamen gerçek hikayeden alıntı bir film olan Spotlight tam bir gazetecilik başarı öyküsü. Vaktinde Boston'da gerçekleşen ve uzunca süre örtbas edilen Katolik Kilisesi'ndeki bazı papazların erkek çocuklara tacizleri ve bu tacizlerin Boston Globe haber ekibi tarafından uzunca bir mücadeleler vererek ortaya çıkarmasından oluşan bir olay örgüsü. Filmin sonunda er ya da geç elde edilen basın özgürlüğü ve gazetecilik başarısı. Film sonunda elde edilen basın özgürlüğünden ülkem adına canım çekmiyor değil. Benzer olaylar kilise değil de başka kurumlarca bizim ülkemizde de gerçekleşti malum. Her ne kadar bizim de cesur gazetecilerimiz olsa da yazılarını cesurca yayınlayabilecekleri gazeteleri yok orası ayrı.

Gelelim bu ayın albümüne. Geçen ay elime geçen ve yapımcılığını Dokuz Sekiz Müzik'in üstlendiği Gökçe Kılınçer'in 'Kalbimde İzi Var' albümü oldu. Retro pop sevdalısı biri olarak bu albüme abartısız bayıldım. Gökçe Kılınçer'in kendine has yorumu eski parçalara ayrı bir hava katmış. Özellikle de İzmir Asansör'ün nadide sesi Dairo Marino'nun 'Sarhoş'u ve Yeliz'in 'Yalan' parça yorumlamalarını duyunca çok mutlu oldum. Siz de şurdan parçalar hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Defalarca ard arda dinlenememe rağmen sıkmayan duru bir ses.

Bu aralar bir de etkinlik kuşu oldum çıktım. EventBrite'a dadandım. İstanbul kazan ben kepçe etkinlik etkinlik geziyorum. Gittiğim etkinliklerden ilki DigitalTalks adını taşıyan ve girişimcilik konulu bir seminerdi. Koç Üniversitesi Kuluçka Merkezi'nden gerçekleşen etkinlikte girişimcilerle yatırımcıları buluşturan Revo Capital'den Bora Yılmaz, Ebruz Yılmaz ve Melek Girişimci ve Pozitron'un kurucusu Fırat İşbecer'i dinledik. Gerçek girişimciliğin parlak fikir geliştirmekten çok uygulamaya koymanın ve doğru planlamadan geçtiğini öğrendik. Ve seminerden en aklımda kalan ve yaşam felsefesi yapabileceğim cümle şu oldu. '20-30 yaş kalbini, 30-40 yaş beynini, 40-50 yaş ise cebini doldur.'

DigitalTalks'un ikinci haftasında ise SEM'den Ali Yılmaz son kullanıcıya ulaşmak ve en iyi şekilde analiz ederek onlara ihtiyaçları olan ürünleri sunmanın ipuçlarını bizlere sundu. Arama motor reklamcılığı, sosyal medya reklamcılığı ve tanıtımı, mailing gibi dijital reklam araçlarını en verimli ve başarılı geri dönüşler alınabilecek şekilde kullanabileceğini anlattı. En akılda kalan ise dijitalde ayak izleri bıraktığımız ve marka ve firmaların bu ayak izlerimizi takip ederek bizim ihtiyaç ve isteklerimizi ulaşarak, en uygun pazarlama yöntemleri ile karşımıza çıkmalarıydı hiç kuşkusuz.

Bir de hayatımda geçtiğimiz hafta ilk kez kişisel gelişim seminerine katıldım. Asıl mesleği Refleksolog olan Tamer Çetiner'in Joint İdea Kanyon'da gerçekleşen etkinliğinde kendimizi nasıl sevebileceğimiz hakkında tüyolar aldık. İlk adım olarak aynada kendi gözümüzün içine bakarak kendimize seni seviyorum dememizle kendimizi sevmeye başlayabileceğimizin tavsiyesini aldık. Ne de olsa kendimizi sevmekle başlar her şey. Mottomuz ise Yunus Emre'nin 'Bir ben var benden içeri, benden ziyade' sözü oldu. Ardından evrenden olumlu bir şey istiyorsak öncelikle kendimizin dünyaya pozitif bakmamız gerektiğine, sürekli tek bir olumsuzluğa ya da olumsuz olduğumuzu düşündüğümüz özelliğimize saplanıp kalmamız gerektiğini öğrendik. Son tüyo ise kendimizde bulunup ancak farkında olmadığımız kötü özelliklerimizin neler olduğunu öğrenerek dışarıdan böyle gözükmemize sebep olan bu özelliğimizi değiştirmemiz gerektiğiydi. Örneğin cimrisiniz ama siz kendinizi cömert sanıyorsunuz, ya da sıcakkanlı ve konuşkan olduğunuzu düşünürken dışardan birçok kişi tarafından boşboğaz olduğunuzu düşünüyor. Bu da sizi ister istemez hem istenmeyen bir insan yaparken, hem de dışarıdan hissettiğiniz gibi gözükmemenize sebep oluyor. Özetle bolca ders çıkardığımız güzel bir kendimize yolculuk oldu diyebilirim.

Son olarak ise ise Everydayme sitesi ile tüketicilere ulaşan Protect & Gamble sayesinde tecrübe edineceğim Pantene'in bu aralar marka yüzünün Bergüzar Korel'in gerçekleştirdiği Pantene Saç Dökülmesi Şampuan'ından bahsetmek istiyorum. Ürünü şuan halen kullanmakta olduğum bir şampuan olduğundan tecrübe edemedim. Ama bundan önceki Pantene tecrübelerime dayanarak heralde memnun kalırım diye düşünüyorum. Mevsim değişikliğinden bu aralara bolca dökülen saçlarıma deva olacağını umuyorum.

Şimdilik yazacaklarım bunlar. Bir sonrak yazımda görüşmek üzere.




8 Nisan 2016 Cuma

Biriktirdiklerim 1


Uzun zamandan beri tekrardan merhaba. Yoğun bir ayın ardından ancak yazabilme fırsatı bulabiliyorum bloğuma. Ancak beklediğinize fazlasıyla değdi diyebilirim. Bu yazımda bir ay boyunca biriktirdiğim konulardan bahsedeceğim sizlere. Yazı çok uzun olduğundan ve sizleri sıkmak istemediğimden yazıyı ikiye bölmüş bulunmaktayım. Devamı gelecek hemen söyleyeyim.

27 yaşına erdiğim geçtiğimiz günlerde artık yeni yaş almanın olgunluğuna da yavaş yavaş ulaşıyorum. Diğer yanda geçen ay ülkemiz adına o kadar kötü bir ay oldu ki. Herkes gibi ben de mutsuz ve tedirgindir uzunca bir süre. İstanbul'un göbeğinde yaşayınca markete dahi gitmeye tırstığım anlar oldu ne yalan söyleyeyim. Çok şükür ki şimdi vaziyetler biraz daha iyi ve ben hem kendi kafamı hem de sizlerin kafasını dağıtmak için tekrardan buradayım.

Öncelikli olarak bu ay anlatmadan geçemeyeceğim iki kitaptan bahsetmek istiyorum sizlere. İlki  uzunca bir süredir okumak istediğim Canan Tan'ın romanı Pembe ile Yusuf. Canan Tan'ın tarzını bilenler hikayeyi sunuş biçimine aşina olacaklardır. Türkiye artık senarist ve yazarlar için bir klasik haline gelen töre hikayesini farklı bir lezzetle sunmuş bu kez Tan. Kız çocuğunun değersizliği, çocuk gelinler ve kuma anlayışı gibi çoğunlukla doğuda rastlansa da büyük şehirlerde de bolca gördüğümüz ya da mutlaka duyduğumuz gerçekler bu kitapta yer alıyor. Her ne kadar en başta kolaya kaçılmış bir olay örgüsü gibi görünse de yazarın hikayeyi sunuş biçimi insanı romanın derinliklerine doğru çekiyor. Sadece romanın sonu biraz beklenilmedik oldu benim açımdan. Zira aceleye getirilmiş ve kişiler arasındaki derin duygusal bağı tam verilmemiş gibiydi. Sonu tokat niteliğinde olması gerekirken tam da öyle bir etki yaratmıyor insanda.

Diğer bahsetmek istediğim kitap ise daha önce özellikle de okul döneminde nasıl okumadım diye bolca hayıflandığım bir otobiyografik roman oldu. Starbucks'ın CEO'su Howard Schultz'un hayatının ve şirketi Starbucks'ın bir dönemini kapsayan otobiyografisi 'Starbucks Ruhunu Kaybetmeden Nasıl Yaşam Savaşı Verdi'. Başta akademik bir kitap havasını verse de aslında oldukça sürükleyici bir marka başarı hikayesi. Pazarlama derslerinde okutulması gereken ancak akademik dili olmayan gerçek bir marka öyküsü. CEO Howard Schultz'un samimi, gündelik dilinden kaleme alınmış, en önemlisi de Starbucks'ın krize girdiği dönemde hem markayı hem de firma hatalarını açıkça söylenebildiği cesaret emsali bir kitap. Her ne kadar Starbucks tiryakisi biri olmasam da arada gittiğim bir kahve markası. Kitabın ardındansa gözümde kahve dükkanından çok daha fazlası. 70'li yıllarda Amerika'ya bağlı bir eyalette küçük bir kahve dükkanından başlayan hikayenin bugün pazar lideri ve dünya devi bir marka olmasına kadar uzanan hikaye. Özellikle de iletişim, işletme ve pazarlama gibi bölümlerde eğitim gören ve çalışan kişilerin okuması gereken bir kitap.

Gelelim bu ay için önereceğim filmlere. İlki iki kez izlediğim ve hala olsa gene izlerim dediğim bir film. 'Danish Girl'. Gerçek bir yaşamın filme alındığı biyografik bir hikaye. Daha önce filmin adını bolca duysam da filmi izlemem de Oscar'a birçok dalda aday olmasının payı elbette ki büyük. Geçen sene 'Theory of Everythink' ile en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Eddie Redmayne bu filmde de rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Her ne kadar bu sene nihayet Leonardo Di Caprio'nun en iyi erkek oyuncu ödülünü almasına çocuklar gibi sevinsem de Redmayne'nin elinin boş dönmesine içim burulmadı değil. Film boyunda dünyanın ilk transseksüeli olarak bilinen Danimarkalı Einar Wegener'in (ki artık kendini kadın olarak hissetmeye başladığında Lili Elbe olacak) hayatını izliyorsunuz. Başta ay ne sempatik adam diye izlemeye doyamadığınız Eddie Radmayn, filmin ilerleyen zamanlarında ruhsal ve fiziksel değişimi ile tam bir kadın karaktere dönüşüveriyor. Bir an gerçek bir transseksüel izlediğinizi falan düşünüyorsunuz. O denli başarılı. Hala izlemeyenleriniz varsa mutlaka izlenmesi gereken bir biyografik bir senaryo. Özellikle de eşcinselliğin bir hastalık veya sapkınlık değil tamamen hormonal ve duygusal bir güdü olduğunun iknasına bu filmle varıyorsunuz.

Bahsetmek istediğim bir diğer filmse Kate Winslet'ın başrollerinde yer aldığı 50'li yıllarda geçen 'The Dressmaker'. Adından anlaşılacağı üzere film boyunca bir terzinin olağanüstü yeteneği ve tasarımlarını izliyorsunuz. Küçüklükten itibaren cezalandırmak amacıyla ailesinden ayrılarak büyük şehre yatılı okumaya yollanan Myrtle'ın yıllar sonra yetişkin bir kadın olduğunda doğduğu kasabaya geri dönüşünü ve intikamını anlatan bir film. Küçüklükte başına gelen talihsizlik yüzünden uğursuz ve naletli olduğu söylenen Myrtle'ın bu kalıbından sıyrılmaya çalışmasını izliyorsunuz film boyunca. Diğer yanda Kate Winslet'ın Titanik'te Jake'in ölümünden başlayıp, Hayallerinin Peşinde'de gene başına birçok talihsizlikler gelen bir karakteri canlandırması bu filmdeki rolüyle de tab seviyeye ulaşıyor. Konu olarak aşırı sarmasa da sırf vintage kostümler hatrına izlenesi filmler kategorisinde.

Şimdilik yazımı burada bölüyorum. Devamında film ve albüm önerileri, katıldığım DigitalTalks etkinliğinin ilk ayağı ve Tamer Çetiner'in 'Kendime Yolculuk' kişisel gelişim etkinliği hakkında bilgiler yer alacak. Beklemede kalın.






4 Mart 2016 Cuma

Everydayme ve Bukoli Tecrübem


Everydaydayme'yi aranızda duymayanlarınız eminim ki vardır. Aslında çok yakından tanıdığımız Fikrimühim ve Tavsiye Evi sitelerinin farklı bir versiyonu Everydayme. Ancak burada marka ile tüketiciyi buluşturan ara bir kurumun aksine firma bizzat kendi ürünlerinin tecrübe edilmesi adına bir alt marka yaratmış durumda. Protect & Gamble firması yeni çıkan ürün lansmanlarını Everydayme sitesinden gerçekleştirerek, sitesi üzerinden bu yeni ürünleri hakkında tecrübe edinmenizi sağlıyor. Ayrıca bunu sadece ülkemizde değil, dünyada birçok ülkede gerçekleştiriyor. Birçoğunuzun bilgisi vardır ancak yine de Protect & Gamble şirketini biraz açmam da yarar var. İçinde İpana, Orkid, Alo, Ariel, Braun, Max Factor gibi birçok marka devinin yer aldığı firma P & G. Everydayme sitesi üzerinden kendi markalarına ait yaptığı anketlerle birçok tüketiciye yeni veya geliştirilmiş ürünlerini deneyimleme fırsatını sunuyor. Ben ise bu siteyi geçtiğimiz aylarda tesadüf eseri denk gelmiş bulundum. Ardından Everydayme adını taşıyan websitesinde yer alan ve tecrübe edinmek istediğim birkaç markanın anketini yaptım.

Bunlardan ikisi geçtiğimiz günlerde elimde oldu. İlk yollanan ürün İpana'nın son çıkardığı ve marka yüzü Shakira olan, bu aralar reklam kampanyalarında bolca yer verdiği İpana 3 Boyutlu Beyazlık Luxe'un tam boy ürünüydü. Ürünün etkisi tam anlamıyla ölçmek için bir süre bekledim açıkçası. Sonuç olarak ürünün vaad ettiği beyazlatmayı tam anlamıyla gerçekleştirdiğini söyleyebilirim. Diğer yanda her fırçalama sonrası uzun süren bir ferahlama hissi de yaşatıyor.

Gönderilen ikinci ürün ise Ariel'in son zamanlarda tanıtımını yaptığı Lekesavar Kapaklı Sıvı Deterjanı oldu. Çamaşır makinesinde çıkmamaya ant içmiş kirli kıyafetin üzerine lekesavar kapağa sıvı deterjanı doldurup kapağı kapatıyorsunuz. Çamaşırlarınız yıkanırken kıyafet üzerindeki leke de yok olup gidiyormuş. Muş diyorum çünkü henüz test etmiş değilim. Ama internet üzerinde işe yaradığına dair birçok bilgi okudum. Umarım bende de işe yarar.

Ayrıca Everydayme hem sistemin işleyişi (hangi hastagle nasıl paylaşıp yapılacağı ve ürünlere nasıl yorum yapılabileceği) hem de gönderdiği ürün hakkında size bilgilendirici broşürü de yanında yolluyor. Diğer yanda Everydayme sitesinde yer alan forum sayfasında da ürün hakkındaki düşüncelerinizi paylaşabiliyorsunuz. Kısaca memnun kaldım diyebilirim.

İki ürüne de şuan için sadece İstanbul'da hizmet veren Bukoli ile ulaştım. Bukoli'nin daha önce metro ve duraklarda outdoorlarını görmüş oldukça enteresan bir kurye sistemi olduğunu düşünmüştüm. Şöyle ki ürününüzü bilindik kargo şirketleri yerine anlaşmalı oldukları bakkal, kırtasiye, petshop, manav vs. gibi yakınınızda bulunan esnafa bırakıyorlar. Böylece iş saatleri dışında da ürününüzü gidip oradan kolaylıkla alabiliyorsunuz. Esnafların İstanbul'da cumartesi, pazar günleri çalıştığını ve çalışma saatlerinin bazen akşam geç saatlere kadar uzadığını düşünürsek özellikle de çalışan kişiler için çok mantıklı bir uygulama. Benim ürünlerim yakınımda olan bir kırtasiyeye yolladılar. Ürünü teslim alırken de cep telefonunuza gelen kodu söyleyip, aynı kargo firmalarında olduğu gibi TC kimlik nonuzla alıyorsunuz. Gayet güvenli bir sistem. Ürün kargoya verildiğinde ve seçtiğiniz dükkana ulaştığında da bilgilendirme mesajı ve maili geliyor. Ürünü teslim aldığınızda da bu kez mailine 'Bukoli'nizi açma zamanı!' diye sempatik bir mesaj düşüyor. Zaten markanın Borusan'a ait olduğu düşünürse güvenmek daha da kolay. Fikir ise gerçekten dahice. Umarım İstanbul dışında da yakın zamanda hizmet ağlarını genişletirler.

Son olarak siz de benim gibi Everydayme sitesinden birbirinden farklı yeni ürünü tamamen ücretsiz kargoyla ulaşarak deneyimleyebilirsiniz. Bukoli ise  İstanbul'da yaşıyorsanız tereddütsüz tercih edebileceğiniz bir kurye hizmeti.

Şimdilik tüm tecrübelerim bunlar. Sonraki yazımda görüşmek üzere.





16 Şubat 2016 Salı

Ortaya Karışık


Geçtiğimiz haftayı en iyi şekilde özetleyecek başlıklardan biri olurdu ortaya karışık. Çünkü oldukça şundan bundan, karışık bir yazıyla karşınızdayım.

Bir alışveriş...  İlk olarak geçtiğim yazılarda bahsettiğim şu hediye mevzusuna değineceğim. Hazır 14 Şubat'ta taze geçmişken. İki önceki yazımda Matraş'tan eşim için deri cüzdan aldığımdan bahsetmiştim. Cüzdanım oldukça beğenildi. Şirin hediye kutusu içinde yollanan cüzdan benim de oldukça hoşuma gitti. Deri konusunda ise Matraş güvendiğim bir markaydı. Beni hayal kırıklığına uğratmadı. Sevgililer günü geçse de önümüzdeki önemli günler için iyi bir alternatif.

Zebramo'dan yaptığım alışverişten de oldukça memnun kaldım. Benefit'in Some Kinda Gorgeous fondöten ürünün küçük boyu ile hem Zebramo mobil uygulama deneyimi edinmiş oldum, hem de ürünün büyük boyunu almadan ürün hakkında bilgi edindim. Benim gibi karma ciltler için oldukça uygun bir ürün. Ciltteki parlamaları önlüyor. Oldukça da kapatıcı. Kuru ciltler için ise pek uygun değil.

Bir kitap... Geçtiğimiz haftalarda başlayan ve önümüzdeki günlerde de devam eden Hoppi kampanyası ile haberdar olduğum bir kitaptan bahsedeceğim sizlere. Apple'ın kurucusu Steve Jobs'un hayatını konu eden kitap 'Steve Jobs Olmak'. Daha kitaba başlamasam da bu kitap diğer Jobs romanlarına göre Apple tarafından onaylanan tek biyografi olarak oldukça ilgimi çekmişti. Kitabı ise Babil.com adı verilen bir kitap sitesinden edindim. Yeni keşfettiğim bu e-ticaret sitesi oldukça beğenimi kazandı. Kitabın ciltli kapaklı halini indirimli bir de üzerine Hoppi puanıyla birlikte aldım. Yanına iki adet de not defterini yollayarak ayrıca kalbimi fethettiler. 44 tl üzerine ise kargo ücretsiz. Daha n'olsun.

Bir film... Gelelim haftanın filmine. Bu hafta uzun süredir beklediğim filmlerden olan İftarlık Gazoz'a gittim. Başrolde Cem Yılmaz olunca beklentilerim de oldukça fazlaydı. Filmin yönetmeni Yüksel Aksu olunca ve fragramanında da Muğla, Muğla yöresine ait diyaloglar ve seyyar satıcı esintileri görünce filmi fazlasıyla Dondurmam Gaymak'a benzetsem de filme şans vermeye karar verdim. Filmin başından ortasına farklı, sonuna doğru ise başından apayrı bir senaryo var gibiydi. Filmin ilk on beş dakikası kahkahalarla gülerken, son on beş dakikasında kahroluyorsunuz. Komedi sandığınız film bir anda drama dönüveriyor. Filmin sonunda yarattığı şok etkisinden baş ağrısıyla salondan ayrıldık desek yeridir.

Olay örgüsüne gelirsek... Hikaye 70'li yıllarda Adem adında Muğla'da yaşayan bir çocuğun ilkokul tatilinde gazoz satmaya başlaması ile başlıyor. Seyyar gazozcu Cibar Kemal Usta'nın yanına çırak olarak giren Adem, gazoz satmanın inceliklerini ve veresiye verenle peşin veren arasındaki farkı öğreniyor. Diğer yanda büyük bir bölümü ramazanda geçen hikayede iftar topu, çocuklar için kuran kursları, teravih namazları, çocukların gönlü olsun diye tutması izin verilen tekne orucu ise sizi çocukluk dönemlerinize götürüyor. Diğer yanda filmde Muğla'dan yaşayan ODTÜ'de eğitim gören üniversite öğrencisi Hasan'ın da yan rol olarak yaşamına değinilmiş. Hasan karakteri üzerinden 70'li yılların siyasi olay ve durumlarına da değiniliyor. Hasan karakteri ise filmde komünist görüşlü ve ilkesi uğruna çabalayan bir genci canlandırıyor. O dönemde üniversitede eğitim gören çok insan olmadığından Hasan, küçük başrol oyuncusu Adem'in de en büyük rol modeli aynı zamanda.

Genel itibariyle eğlenceli bir film olmuş. Lakin film ne siyasi ne komedi ne de dram türüne hangisi girer işte orası tam bir muamma. Filmin sonu ise tam bağlanamamış bana göre. Boş geçmeyelim mesaj verelim kaygısı ile bitiveriyor. Beklenmedik bir şekilde, kestirme bir yol ile sona erdirilivermiş havası yarattı ben de. Ama oyunculuklar oldukça iyiydi. Cem Yılmaz Muğlalı rolünü iyi kotarmış, Adem'i canlandıran Berat Efe Parlar ise çok yetenekli bir çocuk oyuncu. Film boyunca mavi gözlerine ve samimi mimiklerine bayılmadan duramıyorsunuz. Anne Gülizar rolündeki Ummu Putgul'sa abartılı ama bir o kadar tanıdık gelen anne rolüyle karşımıza çıkıyor.

Bir dergi... Son olarak yazımı Kafa dergisi ile bitireceğim. 1 yıldan uzunca bir süredir yayın hayatını sürdüren bu dergide kimler yazmıyor ki. Emrah Serbes, Umay Umay, Cem Davran, Coşun Aral, Sunay Akın, İlber Ortaylı, Zafer Algöz, Nihat Sırdar bunlardan sadece bir kaçı. Ben ise ancak Ekim ayında, biraz geç keşfettim bu cevher niteliğindeki yayını. İçerik olarak ise ne Kafkaokur kadar fazla edebi ne de Ot dergisi kadar fazla siyasi. İkisinin tam ortası. Her şeyden biraz biraz ama sıkmadan. Adı gibi kafa boşaltmak için bire bir. Ayrıca hemen hemen her ay kaybedilen bir sanatçı kapak konusu ediliyor. Barış Manço, Ahmet Kaya, Müzeyyen Senar ise bunlardan bir kaçı. Bu ay ise henüz almasam da efsane sanatçı Müzeyyen Senar kapakta yer alıyor. Her ay yanında verilen güzel kitap ayracıysa derginin cabası. İçinde reklam yok denecek kadar az, okunacak ise oldukça fazla öykü/makale mevcut. Hala okumadıysanız seveceğinizi düşündüğüm bir yayın.

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere. Mutlu kalın, esen kalın efenim.





9 Şubat 2016 Salı

Kötü Kedi Şerafettin


Kötü kedi Şerafettin'i yani Şero'yu 80 ve 90'lar çocukları çok yakından tanırlar. Özellikle de karikatür kültürüne ucundan köşesinden dokunmuş olanlar. Bir dönemin L-Manyak dergisi almanın en güzel bahanesiydi Şero. Günümüze kadar ise Lombak ve Uykusuz dergilerinde yer almış, dört farklı kitabı basılmıştır. Diğer yanda Nil Karaibrahimgil'in "Seviyorum, Sevmiyorum" şarkısına söz olacak kadar da zamanla popüler olmuştur.

Kötü kedi Şerafettin karakterinin nasıl ortaya çıktığını araştırırken altından hazin bir öykü çıktı desem yeridir. Kötü kedi Şerafettin'in yaratıcısı Bülent Üstün, Şero karakterini bir zamanlar sahip olduğu 96 senesinde kaybettiği kedisi adına yaratmış. Kedisinin adı da Şero'ymuş. Karakter olarak günümüzdeki sevimli kedilerin aksine tam bir sokak kedisi Şero. Dilinde argo konuşması, sigarası, alkolü, çapkınlığı ile aslında çok sık rastladığımız insan karakterinin bir kedide can bulmuş hali. İstanbul'daki Cihangir kedilerine az çok aşina olanlar Şero'nun mizacına çok şaşırmazlar. O civardaki  kedileri bolca gözlemlemiş biri olarak kedilerde bir nemrutluk ve kendini beğenmişlik hali var diyebilirim. Sevdirmez, kimseye eyvallah etmezler, cüsseleri ise oldukça iridir. İnsan olsalar belki Şero kadar külhanbeyi olamasalar da vurduymaz ve gamsız olacakları kesindir.

Kötü kedi Şerafettin'in romanlarında bolca rastlanan karakterler vardır bir de. Bunlar biri Şero'nun sahibi karakterindeki Tonguç'tur. Tonguç modern görünümlü türk erkeği tipiyle karşımıza çıkar. Enteldir danteldir aynı zamanda. Sanatın bir çok dalıyla ilgilenir. Diğer yanda sinirlendi mi gözü hiç bir şeyi görmez. İçindeki Hanzo ortaya çıkar. Karikatür serisinin bir diğer karakteri olan Tacettin ise Şero'nun oğludur. Oldukça sevimli ve gözü açılmamış bir kediciktir. Şerafettin kendine has tarzıyla oğlunu kendi gibi yetiştirmeye çalışmaktadır. Fare Rıza, Martı Rıfkı ise hikayenin yan karakterleridir.

Kötü kedi Şerafettin hakkında ön bilgiden sonra nihayet geçtiğimiz pazar günü gittiğimiz Kötü Kedi Şerafettin filmine geçebilirim. Henüz filme gitmediyseniz fragramanını buradan izlemeden sakın ha gitmeyin derim. Aile filmi olmadığını (!) söylememe gerek yok sanırım. Çocuğunuzun afişi görüp animasyona gidelim diye zırlamasına dayanamayıp aman ha götürmeyin. Yoksa film boyunca bol küfürlü diyalogları, alkol ve içki sahnelerini açıklaması zor olabilir. Film değerlendirmeme gelirsek; beklediğimin çok üstündeydi. Animasyonda ülke olarak kendimizi aşmışız da haberimiz yokmuş. Film boyunca Anima İstanbul'u takdire doyamadık. Gerçekten çok iyi iş çıkarmışlar. İstanbul ve Cihangir sokakları birebir yansıtılmıştı. Hikaye ve karakterler karikatürdekine sadık olarak yaratılmıştı. Fazlası vardı eksiği yoktu. Filmin her karesi bana göre tam bir görsel bir şölendi. Kasım'dan beri beklediğimiz bir film olduğundan beklediğimize değdi dedirtti. Karakterlerin seslendirmeleri ise aynı titizlikle seçilmişti. Kimler yoktu ki. Şero'yu Uğur Yücel, Misket ve Tacettin'i Demet Evgar, Fare Rıza'yı Güven Kıraç, Adnan ve çizeri Okan Yalabık, Martı Rıfkı'yı Gökçe Özyol, ev sahibesi Hasene'yi Ayşen Gruda, Bakkal Şemistan'ı Cezmi Baskın, Tonguç'u Ahmet Mümtaz Taylan ve son olarak muhabbet tellası Cemil'i ise Yekta Kopran seslendirmişti. Bu kadar değerli sesi bir projede toplayabilen film ekibine ise hayran olmamak elde değildi. Hem göze, hem kulağa hitap etmişler özetle. Yönetmenleri olan Mehmet Kurtuluş, Ayşe Ünal'ı da ayrıca tebrik etmek lazım. Film şimdiden yurtdışına satılmış zaten. Kötü Kedi Şerafettin Türkiye sınırlarını aşıp, dünya çapında yetişkin animesi olacağa benzer. Kim bilir belki ileriki senelerde serinin devamı bile gelebilir.

Özetle eğlenceli vakit geçirten, bol bol güldüren, samimi ve gerçekten çok uğraşıldığı belli olan güzel bir film olmuş Kötü Kedi Şerafettin. Tekrar tekrar izlenesi film kategorime ise çoktan eklendi bile.







1 Şubat 2016 Pazartesi

2016 ve Benim İlklerim


Yeni yılın ilk ayını arkamızda bıraktık bile. Bu süreçte senenin ilkleri hakkında bir yazı yazmasam olmazdı tabii ki.

2016'ya hızlı girerek iki adet kitap okudum.Gerçi biri henüz daha bitmedi. Kitaplardan ilki Bin Muhteşem Güneş. Kitabı yazarı ise Uçurtma Avcısı kitabıyla tanınan Khaled Hosseini. Romanda Afganistan'da savaş döneminde yaşayan iki farklı kadının çocukluktan olgunluk dönemlerine kadar geçen hayatı konu ediliyor.

Meryem babasız büyümüş ve gayri meşhur olarak  dünyaya gelen bir kadın. Okutulmamış, dünyadan haberi olmayan, babasız tarafından hiç bir zaman öz evlat gibi benimsenmemiş bir evlat. Leyla ise aile ortamında büyümüş. Öğretmen bir babanın tahsil görmüş kızı. Bu iki alakasız hayata sahip iki kadının hayatı bir zaman sonra kesişiveriyor. Romanda o dönemki Afganistan'ın var olma mücadelesi de bolca ele alınıyor. Son derece etkileyici ve sarsıcı bir roman. Senenin ikinci kitabı ise Yapı Kredi yayınlarından çıkan Bir Kadının Penceresinden adlı kitap oldu. Oktay Rıfat'ın bir kadının aile yaşantısı ve ruh halini işlediği romanı oldukça etkileyici buldum diyebilirim. Filiz adında bir ev hanımının eşi, çocukları ve ev işleri arasından tükenen yaşamı da demek yanlış olmaz. Taa ki hayatına heyecan katan Selim'le tanışana kadar. Roman oldukça akıcı ve türk aile yaşamını oldukça iyi yansıtıyor. Bir Kadının Penceresinden  romanında yer alan Bedri ile Bin Muhteşem Güneş kitabındaki Raşit adını taşıyan koca karakterleri de oldukça birbirine benzer. Farklı karakterler olsa da benzer özelliklere sahipler.

2016'da edindiğim ilk albüm ise Pera'nın En Güzel Mevsimim oldu. Pera'yı henüz bilmeyenler için yerli bir rock grubu. Grup üyeleri Ankaralı olsalar da kendilerini daha çok İstanbul'a ait hissederek Pera adını almışlar. İlk albümlerini 2011'de çıkamışlar. Albüm geçmişi olarak çok da eski olmamalarına rağmen kısa zamanda şarkıları dillere pelesenk olmuş. Parçaları bir çok dizide soundtrack olarak kullanılarak kısa zamanda popüler hale gelmişler. Kuzey Güney, Medcezir, 20 dakika ise bu dizilerden sadece bir kaçı. Vokalde Gökhan Mandır, gitarda Kaya Sevinç ve Arda Algan yer alıyor. Davulda ise Hakan Ünalan var. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Pera'nınn son albümü olan En Güzel Mevsimim albüm değerlendirmeme gelecek olursa albümde hit olacak oldukça fazla parça var. Benim ise en beğendiğim ve tekrar tekrar dinlediğim parçalar albüme adını veren En Güzel Mevsimim, Pervane, Ne AlaSeni Kaybettiğimde ve Kahpe Geceler oldu. Sevgilim İyi ki Doğdun parçası da bu sene romantik çiftlerin vazgeçilmezi olacak eminim. Albümün geneline bakıldığında slow parçalar ağırlıkta. Biraz da melankolik buldum diyebilirim. Tam kitap okurken, ders çalışırken yolda ya da çalışırken dinlenebilecek bir albüm olmuş. Fazlasıyla beğendim. Emeği geçen herkesin emeğine sağlık. Eminim bu albümdeki bir çok parçayı da ileriki tarihlerde birçok dizi ve filmde soundtrack olarak göreceğiz.


2016'da ilk gittiğimiz konser ise Redd grubunun solistlerinin İKSV Salon'da gerçekleştirdikleri akustik konserleri oldu. In Betwin olarak sahne alan Doğan Duru ve Güneş Duru kardeşler kulaklarımızın pasını sildi. Güneş Duru sahne boyunca babacanlığıyla kalbimizde taht kurarken Doğan Duru'nun karizmasına bayıldık. Redd'in albümünden çok fazla albüm çalmasalar da Sezen Aksu ve Aylin Aslım gibi birçok sanatının unutulmaz parçalarını seslendirdiler.


Gelelim 2016'da ilk kez kullandığım üç e-ticaret sitesine. Biri aslında mobil uygulama olan Zebramo adı verilen ikinci el alışveriş sitesi. İkinci el dendiğine bakmayın aslında sıfır ürünüyle satılan üründe oldukça fazla. Özellikle de giyim, kozmetik, aksesuar ve elektronik eşya olarak oldukça fazla seçenek mevcut. Diğer yanda güvenlik anlamında çok sıkılar. Her yazılan ve satılan ürün denetleniyor. Tüketici haklarına oldukça saygılı bir site. Ben de siteden uzun zamandan beri istediğim ancak uçuk fiyatından ve tenime uyumundan tereddüt edip bir türlü alamadığım Benefit Some Kind a Gorgeous kompakt fondöteni oldu. Ürün elime henüz ulaşmadı. Ulaştığında Instagram hesabından değerlendirmesini yazacağım. İkinci olarak alışveriş ettiğim e-ticaret sitesi ise Matraş oldu. Bu aralar sevgililer günü sebebiyle indirimde olan markadan eşime şık bir hediye seçtim. Umarım beğenir. Son olaraksa biriken puanlarımızla ise bu ay başında Shopandmiles'dan kulaklık edindik. Kendime Bigsound beyaz kulaklığı seçerken eşimse Philips SHL3000WT kulaklığı seçti. İkiside canavar gibi de çıktı. Tavsiye ederiz. Gelelim İpek Hanım'ın Çiftliği'ne... Çiftlikten daha önceki yazılarımda bahsetmiştim zaten. Bu ayda Pınar Hanım'dan birçok meyve ve sebze siparişinden bulunduk ve pek memnun kaldık.

2016'nın ilk dizisi de Homeland'ın dördüncü sezonuna başlamak oldu. Şuan sezon olarak yarıyı geçtim sayılır. Bitsin istemiyor, yavaş yavaş izliyorum.

Özetle yeni aya epey hızlı girdik diyebiliriz. Şubat ise konserle ve İf İstanbul bağımsız film festivali ile daha hareketli geçeceğe benziyor. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.