29 Ocak 2012 Pazar

Heves Ettim ve Yazdım

Felsefe yapmak denmese de arada niye burada sizlerle bir şeyler paylaştığımı irdelemiyor değilim. Yaklaşık 2 buçuk yıldır blogumda sürekli konuşuyor, konuştukça rahatlıyorum. İlk başladığım yıllarda bloglar bu kadar popüler değildi ama. Birçok blogcu vardı ama bu kadar fazla insanın blogu yoktu. Son yıllarda masaüstü yayıncılık sayesinde birçok blog yazarı blog yazmakla kalmadı yazılarını kitap haline de getirmeye başladı. Bu kişilerden ilk aklıma gelen ve yakınen takip ettiklerimden; Pucca ve French Oje. Pucca ilk blog açtığım zamanlarda blog gezerken denk geldiğim o zamanlar 500 küsür izleyicisi olan bir bloggerdı. Bugün ise listesi binlerce takipçiyi aşan, sosyal ve gerçek hayatta azımsanmayacak derecede büyük fanlara sahip bir yazar haline geldi. Hatta gazete de bile yazı yazmaya başladı. Pucca blog yazarlığının ve blogların yükselmesine en büyük sebeplerden biri hiç kuşkusuz. Her ne kadar yazdığı 2 kitap edebi olmamakla suçlansa da dürüst olmakta yarar var. Kaçımız popüler hale gelmemiş kişilerin kitaplarını (eline bugüne dahi kitap almayanlarda buna dahil) girip kitapçıdan alıyor ki. Lise yıllarında Melissa P. vardı, bilenler bilir. Bir Fransız kadının cinsel hayatını konu alan kitap lisede elden ele karşı cinste başta olmak üzere birçok kişinin elinden düşmemişti. Edebi yazar mıydı, edebiyat mı yapıyordu. Tek yaptığı birçoğumuzun dillendirmeye çekindiği konularda yazmasıydı ve yaşadıklarını rahat bir dille anlatıyordu. Pucca'da da aynı hesap oldu. Herkes samimiyetine hayran oldu ve onu sevdi. Yoksa edebi değer taşımayan metinleri veya önceden şişirilen popüleritesi değildi sevilen.


Ardından diğer blog yazarları da kitap yazma işine giriştiler. Benim en yakından takip ettiğim ikinci blog yazarı ise French Oje'ydi. Blog yazdığım ilk günden itibaren her soruma hep aynı mütevazilikle cevap veren, elinden geldiğince her sorunu yanıtlayan biri French. Hayatdolu kişiliği ile de daha bir beğenilesi hatun.

Bu kitap çıkarma furyasının ardından birçok kişi blog yazmaya heves etti. Blog yazmaya başlamak çok kolay. Ancak devamını getirebilmek öyle zor ki. Aynı hevesle alınan günlükler gibi. Sayfaları süslü ve albenili deftere bir o kadar özenilerek seçilen renkli kalemlerle günlük yazmak gibi aynı. Ya azimle bıkmadan yazarsın, ya da birkaç hafta yazar hevesin kaçınca kenara atarsın. Arada gezerken öyle bloglara da denk geliyorum 2 karalanmış ama arkası gelmemiş, kenarda kalmış.

Tek önemli şey azim. Eğer usanmadan yazabilirsen şayet, ağzında az buçuk laf yapabiliyorsa, hiç zor değil blog yazmak ve blog yazarı olmak. Sabırla yazmaya devam edince emeğinin karşılığını öyle de güzel alıyor ki insan. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsek şayet belkide cümlesi olupta henüz yazma girişiminde bulunmayanlara bir çeşit teşvik bile sayılabilir bu cümlelerim. Çünkü benim unutamadığım film replikleri, aklımdan çıkmayan kitap cümleleri bir de tadı damağımda kalan blog yazıları ve onun blog yazarları var.


24 Ocak 2012 Salı

Tatilden 1

Okul geçen hafta cuma günün nihayet bitti. Ama tatile sevinmeye fırsat daha yeni yeni bulabiliyorum. Son bir aydır annem, erkek arkadaşım, okuldaki proje grup arkadaşlarımın hemen hemen hepsinin gripten kırılırken bana bir şey olmamış, olmazda sanıyordum. Meğer mikroplar pusuya yatmış beni bekliyormuş. Cuma günü kaptım hastalığı, o gün olan sınavıma nasıl girdim, hangi şuurla cevapladım hiç ama hiç hatırlamıyorum. Sınavdan çıkar çıkmaz kendimi okulun revirine attım. İğneyi yedim ve az da olsa kendime geldim. Ertesi günlerde ateş, öksürük, şiddetli boğaz ağrısı ve hapşurmakla geçti. Bir geldi, pir geldi virüsler yani.

Evden birkaç gün çıkamayınca kendimi televizyon dizilerine ve kadın programlarına verdim mecburen. Saba Tümer, Melek, Esra Erol canmış falan.

Ama hasta olmanın bir güzel yani (ya da kötü) gerçek dostlarını ve sevenlerini tanıma imkanını sana vermesi. Çünkü hastayken sadece onlar merak ediyor seni.

Tatilimin ilk haftasından şimdilik aklımda kalan bunlar.. Arkası yarın..



13 Ocak 2012 Cuma

Final Haftası Dipnotları


Final haftasındayım bir haftadır. Sınavlardan çok hayatımı da kaplayan bir projemiz var bu ara. Projemiz diyorum çünkü ben dahil toplamda 8 kişi hazırlıyoruz bu projeyi. İlk kez "Altın Pusula"nın her sene düzenlediği halkla ilişkiler projesine katılıyoruz bu sene. Benim halkla ilişkiler projesi olarak yarışmaya hazırladığım ilk proje. Yarışmanın konusu ise "Sosyal ve dijital medyada İstanbul'u markalaştırmak". Konu farklı fikirlere yatkın, diğer bir yandan dallı budaklı da. Hele ki İzmir'de de olunca tarif etmesi daha da zor oluyor. Neyse ki sosyal medya ve dijital medya kısmı var ki tek kurtarıcımız. Yarışmanın son tarihi Mart ayı yani daha epey bir vakit var gibi gözükse de hocaların finale haftası proje biter gibi sunum yapın lafı üzerine her güne yeni bir toplantı kıvamına gelmiş bulunmaktayız. Toplantılar iyi hoşta toplantı süresince acıkmalarımız var bir de. Proje yaptığımız her gün bana kalori olarak dönmeye başladı, sene sonunda okulu ne kadar bir yağ oranıyla kapatacağım ise ayrı bir merak konusu.

Son olarak, benimle aynı kaderi paylaşan tüm arkadaşlara da çok yemeli ama az kalorili finaller diliyorum. Tabi öyle bir dünya gerçekten varsa.


4 Ocak 2012 Çarşamba

Ne Olcam Ben Ya!

Şaka maka yarın birinci dönem derslerim bitiyor. Bekleyeceğim bir yaz tatilim olmadığından mıdır nedir, hiç okulu bitiresim yok bu sene. Okul denen olay olmayacak hayatımdan 5-6 ay sonra. Bu fikir öyle garip geliyor ki bana. Senelerin öğrencilik hayatı kolay olmayacak bitirmek.

Küçükken sorarlardı ya hep "büyüyünce ne olacaksın?" diye. Çoğu çocuk bende "doktor" olmak istiyordum ve aynı yanıtı verenlerdendim. Bebeklere bayıldığımdan (hala da öyle) çocuk doktoru olup onları iyileştirmek vardı aklımda. Ta ki doktorluğa giden yolun fen, matematikten geçtiğini öğrenene ve avukatların giydiği cübbelerin karizmasına kapılana kadar. Uzun bir süre de "avukat olcam ben" diye dolandım ortalıkta. Bir arada da "Çocuklar Duymasın"da Meltemin mesleği olan halkla ilişkilerci olmak istedim. Meltem karakteri (Pınar Altuğ) gösterişli, güzel ve gençti (10 yıl önceki bölümlerde tabi) ve tam rol modellikti. Ardından Ruhsar dizisine merak sarınca Mahsar karakteri (Cem Davran) rol modelim oldu. Reklamcıydı, karizmaydı, sevimliydi, ölen eşine hala aşık ideal erkekti. O gün bugündür kararımı değiştirmedim. İyi mi yaptım işte onu bilmiyorum.

Mezuniyet yaklaştıkça daha da evhamlı bir insan olmaya başladım. "Napcam ben ya napcam, nolcam?" diyen iç sesimin volümü artıyor her geçen gün. Öğrencilik ile çalışan (iş yarayan) insan arasındaki sınırındayım tam olarak. Kısadan hisse , 6 ay sonra nerede olacağım konusu kafamı kurcalıyor. "Eğitimi aldığım işi mi yapağım yoksa bir başka bir iş mi?" "Ne bulursam bahtıma" mı diyeceğim yoksa? Neyse ki yedekte yüksek lisans planım var ki iş bulamassam "hala okuyom ben ya" diyebileyim. Düşmeyeyim boşluğa.

Geçen gün ciddi ciddi iş bulma sitelerine bir göz atayım dedim. Hani yarın öbür gün cıpcıslak ortada mı kalacağım yoksa bir yerlere girebilecek miyim sorularına yanıt bulabilmek için. Baktım işime yarar ilan falan yok kendimi olumsuza da alıştırmaya yarar var dedim şimdiden. Hatta bir tanesine laf olsun diye başvurdum, geri döndüler hatta ama vazgeçtim. İyi bari ortada kalmam heralde diye mutlu oldum sonra falan.


Bu hafta Saba Tümerde gördüğüm Rezzan Kiraz bu sene Koç burcu için yenilik dolu bir yıl olduğunu söylemişti. Tüm kalbimle inanmak istiyorum bu güzel yeniliklerin varlığına.