29 Aralık 2013 Pazar

Optimum Outlet'in 2. Blogger Buluşması



Beni uzun zamandan beri takip edenler hatırlarlar. Geçtiğimiz sene (2012) Ağustos ayında İzmir Gaziemir Optimum Outlet İzmir'deki en çok takip edilen blog yazarları ile Optimum'da gerçekleşen kahvaltıda bir araya gelmiş ve bu etkinlikte eğlenceli zamanlar geçirmiştim. (O yazım için)

Bu sene ise aynı etkinliğin ikincisi için Optimum Outlet'in idari kadro çalışanları ve biz İzmir'deki blog yazarları tekrardan bir araya geldik. Yılbaşına bir hafta kala gerçekleşen bu etkinlik, geçen yıla nazaran daha da renkli geçti. Moda, yemek ve aktüel alanında blog yazan birçok İzmir'den bloggerlarla bir araya gelerek kaynaşma ve sohbet etme şansına tekrardan dahil oldum. Bundan önce gerçekleşen etkinliklerden sima olarak ilk kez karşılaştıklarımın yanında daha önce çokça kez sohbet etme şansı yakaladığım Wantthefashion moda bloguyla modada kendi tarzını konuşturmaya başaran Sedef, yemek ve tarih konusunda rüştünü ispatlayan ve biricik tatlı kızıyla etkinliklere renk katan Cafe Portakal blogunun sahibi Bahar, uzunca bir sohbetten sonra epey ortak yönümüzün olduğunu farkettiğim Nerwen44 blogunun sahibi ve yarı adaşım Nur da bu etkinlikte vardı. Diğer yanda aynı gece tanıştığım Göknur, kendi adını taşıyan Tugcegorgulu blogunun sahibi Tuğçe, beni blogumdan takip eden ve belki de beni benden fazla tanımış olan Lezzet Senfonisi blogunun sahibi Öznur Hanım ve İzmir'den lezzetler blogunun sahibi Oya Hanım ise ilk kez tanıma fırsatı yakaladığım ve benim için gecenin bonusları olan diğer blog yazarlarıydı.

Hele bazı blog yazarları var ki bir elinde bin marifet. Tugcegorgulu moda blogunun sahibi Tuğçe, aynı zamanda moda tasarım öğrencisi. Henüz birinci sınıfta olmasına karşı her model cep telefonuna uygun, kişiye özel telefon kapakları tasarlıyor. Bu harika telefon kapaklarına şu linkten ulaşabilirsiniz.

Optimum Outlet'in Halkla İlişkiler Sorumlusu Yıldız Sedef hanımın daveti ile gerçekleşen etkinlikte, kendisi ile bu kez sohbet etme şansını yakaladım. Şans diyorum çünkü Yıldız Hanım, Optimum Outlet Gaziemir'in adeta yaşam damarlarından biri ve aynı anda birçok işe koşturan bir kurtarıcı. Onu boş yakalamak neredeyse imkansız. Optimum Outlet'in Halkla İlişkiler alanında yaptığı birçok güzel ve farklı etkinlikte hep onun parmağı var. Meslektaş da olunca sektörle alakalı sohbet edemeden duramadık.

Diğer yanda gene Pazarlama ve Halkla İlişkiler Uzmanı Baran Bey ile tanıştık. Kendisinin Gıda Mühendisi olup, sonradan PR alanına yönelmesi epey bir ilgimi çekti.

Özetle bolca sohbetli, Bisquitte'in harika yemekleri eşliğinde muhteşem bir gece geçirmiş olduk. Üstüne bir de Optimumu Outlet'in biz bloggerlara hediye ettiği yılbaşı paketi ile birlikte geceye dair saklanabilecek küçük hatıralarımız da oldu. Geceye dair tüm fotoğraflara ise linkten ulaşabilirsin.

Son olarak benzer etkinliklerin İzmir'de artmasını diliyorum. Böylece bloggerlarla daha sık bir araya gelip, bolca çene çalabilelim istiyorum.


23 Aralık 2013 Pazartesi

Bollywood Candır


İki yıl öncesine kadar bırakın Bollywood'u, Hint filmlerinin sağlam içeriği ve alıp götüren konuları hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Ta ki iki yıl önce internette dolanırken büyük methini duyduğum 'Three Idiots' filmine kadar. Amir Khan gerçeğiyle de işte o zaman tanıştım. Hollywood'un çiğ sarısı Brad Pitt, Leonardo Di Caprio'sundan sonra Amir Khan bana tam bir ilah gibi geldi. Hint filmlerinde tek tip erkeklerinin yanında Amir Khan tip, mimik ve oyunculuğu ile epey bir fark atmıştı benim gözümde. Diğer yanda böyle bir oyunculuğu bugüne dek nasıl atlamışım diyerek epey de bir hayıflandım. İnsan karizma güler de karizma da ağlar mı arkadaş diye sordum kendime. En son lisede bırakmıştım şarkıcıya, rock gruplarına ve oyunculara uzaktan uzağa saçma platonik aşklara tutulmayı. Ergenlik günlerime geri döndüm o an. İşte hint filmlerine merak sarmamım da en önemli etkenidir kendisi. Zaten dünya çapında haddinden fazla bir hayran kitlesi mevcut. 'Three Idiots' filminin ardından Amir Khan'ın diğer filmlerine merak sardım. 

Fanaa ise beni etkileyen ikinci hint filmi oldu. Takip edenler bilir, hint filmleri film süresi olarak Hollywood'u ikiye bazen de üçe katlar. İşte bu filmde üç saat boyunca duygudan duyguya sürüklüyordu insanı. Bir yanda kör bir kız diğer yanda onun kalbini kazanan yakışıklı bir tur rehberi. Her ne kadar film baştan itibaren bir yeşilçam havası taşısa da ardından film tam bir aksiyona dönüşüyor. İzlemeyenler için filmin devamını söylemeyeceğim.  Sadece Amir Khan filmleri değil tabii, bir de Shahrukh Khan filmleri var. (Khan soyadı Hint müslümanlarında çok yaygın) Daha önce blogumda 'My Name is Khan' adlı filminden bahsetmiştim. 

Hint filmlerinin neden bu kadar benimsendiğine gelince; bence bugüne dek atlanmış konuları işlemesi. Kuaför kızdan, asperger hastası gencin hayatına kadar es geçilen kişileri ve hayatları ele alması. Dekolte vermeden de çekici olan bilen büyük kara gözlü, köfte dudaklı hint kadınları, çirkinlikle çekicilik arasında gidip gelen hint erkekleri... Yanısıra sadece ritm dolu müzikal ve kuru aşk hikayelerinden değil, mesaj verme kaygısı da taşıması. Toplumsal sorunlara değinmesi. Zaten hint film jönlerinin film senaryolarında toplum kahramanı haline getirilmesi biraz da onları fenomen haline getirmiyor mu.

Geçtiğimiz günlerde ise methini çok duyduğum 'Pi'nin Yaşamı' filmini izledim. Amerikan yapımı olan film, hintli bir aileyi konu alıyor. Hayvanat bahçesi sahibi olan hintli bir ailenin ekonomik durumlarının bozulmasıyla Kanada'ya taşınmaya karar vermeleri ve hayvanları da alarak büyük bir gemiyle varacakları ülkeye doğru yola çıkmalarıyla başlıyor hikaye. Ardından fırtına sonucu geminin batması ve bu çekirdek ailenin küçük oğlu Pi'nın bir filikayla batan gemiden kurtulmasını ele alıyor. Gene aynı filika da batan gemiden kaçarak kurtulan Bengal kaplanı, (Richard Parker) sırtlan, orangutan var. Nuh'un gemisi tadında bir hikaye denebilir ancak bozan yırtıcı hayvan olan kaplanla aynı filikada hayatta kalabilme hikayesi asıl filmin konusu. Bu yönüyle Tom Hanks'in başrolde oynadığı 'Cast Away' filmini anımsattı bana. İzlenmeden idrak edilemeyecek çok farklı bir hikaye. En çok etkilendiğim filmlerin arasına çoktan girdi bile.

Özetle, Amerikan, Fransız ve İspanyol filmlerinin yanında Bollywood filmleri de es geçilecek türden değil. Henüz tadına varmayanlara şiddetle tavsiye edilir.


12 Kasım 2013 Salı

Blog Yarışmalarının Adaletine İnanmamak


Çoğu blog yazarlarının ve takipçilerinin bildiği üzere her sene Bumerang, Turkcell B.Ö.! (Blog Ödülleri) başta olmak üzere birçok blog yarışması biz blog yazarları için arena olma niteliği taşıyor.  Bugüne kadar Turkcell B.Ö.!'ye bir kez, Bumerang'a 'En Tarz Blog' kategorisinde de iki kez katıldım. Bu yıl da dahil olmak üzere ise artık katılmama kararı aldım. Bu sebebi ise ben de içinde dahil olmak üzere birçok blog arkadaşımın yarışmalarda uğradığı haksızlık ve mağduriyet.

Örneğin Bumerang. Bumerang yarışmasının mantığı bilindiği üzere telefon mesajı (sms) sistemine dayanıyor. Özetle en çok eşe dosta ve en çok operatöre sahip olan kişiler yarı finale kalıyor. O nedenle finale kalanlar arasında içerisinde doğru düzgün içerik dahi yer almayıp, on, yirmi blog takipçisine sahip ve iki, üç aylık bir geçmişe sahip bloglar da bolca yer alıyor. Bu da bu işe emeğini ve senelerini vermiş bir çok blog yazarının yarışmanın taa en başında değerlendirme aşamasına dahi gelmeden elenmesine neden oluyor. Ayrıca blogspot uzantılı bloglar ne yazık ki bu yarışa bir sıfır yenik başlıyor. Çünkü kazanan yarışmalar hep .com uzantılı. Diğer yanda İletişim Fakültesi öğrencileri arasında her sene düzenlenen Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması'nın blog kategorisinde de farklı bir durum söz konusu değil.

Özetle aldığım kararla artık hiçbir blog yarışmasına katılmayacağım. Çünkü hakkaniyet konusunun varlığına inanmıyorum. İzleyicilerden gelen öneriler ve beğenilerin en büyük mükafat olduğu kanısındayım. Ama oy isteyenleri seve seve desteklerim orası ayrı. Bu da böyle biline!


5 Kasım 2013 Salı

Human Body Exhibition'ın Ardından


İzmir'de yaşayanlar bilirler. Her ne kadar büyük şehirlerin içinde yer alsa da kültürel etkinlik açısından bir İstanbul'la karşılaştırılamaz İzmir. Tiyatro,sergi ve konserler sıklıkla gerçekleşmez. Gelen tiyatro oyunu, konser ve benzeri etkinliklerin biletleri de çok çok önceden tükenir. Bilet bulmak epey sıkıntıdır, gitmek isteyenler için. Bilet konusunda en dakikler emeklilerdir. Ondandır ki İzmir'de tiyatro, konser,opera gibi etkinliklerde ağırlıklı olarak elli yaş üstü insanların çoğunluğu dikkat çeker. Muhtemelen bunda bol olan boş vakitlerini değerlendirme, kalan ömrü daha kaliteli/verimli geçirmeye karar verme fikri hakimdir.

Konuyu fazla dağıtmadan geçtiğimiz günlerde İzmir'e gelen ve halen büyük ilgi görmeye devam eden Human Body Exhibition sergisinden bahsedeyim. Ben de bu sergiyi önce arkadaş çevremden, ardından kurstaki hocaların birinden duymuştum. Kime sorsam, gitmemi tavsiye ediyordu. Serginin konusu insan anatomisi idi. Sergiyi ilginç kılan ise sergide yer alan organ, doku, kas, iskeletlerin tamamen gerçek bir insana ait olması. 

Serginin aslen Çin'den gelmesi de ayağımıza kadar gelmişler, gidip görmek lazım algısını da beraberinde getirmişti. Tam o esnada blog yazarlarının sergiye ücretsiz katılım gerçekleştirebileceklerini de duyunca dedim bu fırsat kaçmaz! Teoride insan anatomisinden bahseden Biyolog/ Biyoloji öğretmeni bir baba ve her gün uygulamada organlarla içli dışlı olan Ameliyathane hemşiresi bir annenin kızı olarak benim bu sergiye katılmam boynumun borcu gibi bir şeydi.

Ve dün nihayet katılım gerçekleştirdim. Ve iyi ki de gelmişim dedim. İzin verilen bölümler içerisinde birçok fotoğraf bile çekme fırsatım oldu.

Kısaca bilgi vermem gerekirse; toplamda ikiyüzden fazla insan dokusu örneğini inceleme fırsatını Human Body Exhibition sayesinde yakalıyorsun. İskelet, Kaslar, Sinir Sistemi, Sindirim Sistemi, Boşaltım ve Üreme Sistemleri gibi birçok bölümün içinde yer aldığı toplam dokuz bölümden oluşan sergi, insan vücudu mucizesini görsel ve gerçek örnekleriyle birebir görme imkanını sunuyor. Benim ilgimi en çok çekenler; kalp, beyin (inme inen), damarlar, kaslar, cenin, kadın rahmi ve ruhen olmasa da bedenen karşımda organlarıyla duran iskeletler oldu. Kadavraların tümü Çinli olduğundan çekik gözleri, minyon el, ayak ve boyları ile bizi izliyor gibiydiler. Sergi rehberleri ise tıpta okuyan genç arkadaşlardı. Bir şey merak ettiğinizde hemen sorabiliyor, cevabını anında alabiliyorsun. Benim merak ettiğim konu ise muhafaza oldu. Plastinasyon tekniği adı verilen ve işlenmiş, sertleştirilmiş sıvı silikon ile gerçekleştirilen işlem sayesinde cansız bedenler ilk günkü gibi karşımızda durabiliyormuş. (mumyalama gibi de bir nevi.) 

Sergide bir de kansere yakalanmış organ örnekleri bulunuyor. Göğüs kanseri, mide kanseri, akciğer kanseri ve diğer kansere yakalanan organlar... Hatta sigara içen birine ait olan akciğer organın yanına plastikten 'Sigara Bırakma' kutusu bulunuyor. Sergiye gelenlerin gönüllü olarak bir daha sigara içmeyeceklerine söz vermesi ve yanındaki sigara paketini buruşturup kutuya atması isteniyordu. Ama bizim güzelim insanlarımız sigara paketi dışında Olips ve sakız kutuları, çiğnenmiş sakızlar, fişler gibi üzerinde ve çantasında barındırdığı tüm çöpleri atmıştı kutuya. Trajikomikti. Başka milletlerde böylesi var mıdır, bilemedim.

Çekebildiğim sergi fotoğraflarını  ise herkese açık olmak üzere Facebook albümümden topladım. İzmir ve yakınlarında yaşayan herkese sergiye gitmelerini şiddetle tavsiye ediyorum. Sergi 17 Kasım tarihine kadar İzmir Fuar- Kültürpark- Atlas Pavyon'da.





31 Ekim 2013 Perşembe

Blogta Tükenmişlik Sendromu

Son aylarda meşhur Meryem Üzerli hastalığından blogum da nasipini aldı. Bense adeta blogta tükenmişlik sendromu yaşıyorum. Yazacak şey orjinal şeyler bulamıyorum, en çok da teknik olumsuzluklardan dolayı yazamıyorum.Teknolojik olumsuzluk derken konuyu hemen açayıp, bu aralar evin bağlantısı olan Uydunet'le ciddi anlamda sorunlar yaşıyorum. Yanmayan modem ışıkları sayesinde Türksat, Uydunet çalışanları ile akrabalık ilişkisi kurmuş durumdayız. Elli defa gelip gidildi. Türksat teknikerleri gerek apartmanda bulunan Türksat kutusuyla, gerek direk bizim evdeki modemle cebelleşerek, çözüm arayışları tam iki ayı aldı. Hatta bir ara Türksat'ın aynı elemanı internet arızası için öyle çok bize geldi ki ben kendisini zaman içerisinde ayıcıklı pijamalarımla karşılar hale geldim. Bu aralar işte böyle bir laubali bir ilişkimiz var Türksat'la. Diğer yandan da TTNET'den kaçarken Uydunet'e tutuldum diyebilirim. Tüm bu olumsuzlukları yaşayıp, diğer yandan sinir krizlerinin eşiğinden dönerken, blog için yazmayı planladığım yazılar hep yalan oldu. Gün içerisinde modem ışıklarının yandığı anlarda ise haliyle heves kalmadı. Bende de bundan sonra mağdur olduğum ve edildiğim markalar hakkında Şikayetimvar.com yerine direk kendi blogumdan bunu dile getirme fikri oluştu. 

Görüşmeyeli epey oldu. Aradan kocaman bir bayram tatili dahi geçti. Benim bayram tatilim İstanbul ve Bilecik arasında geçti. Çok da tiryakisi olmadığım kurban etinin tadına bakarken, bolca baklava yiyerek geçirdim bu süreci. Bayramımı ilk kutlayan ise Yalı Spor oldu. Kendisi bana yaptığı ufak sürprizi ile beni epey şaşırttı ne yalan söyleyeyim. Adidas'ın yeni serisi duş jeli ve deodorantını deneme şansını elde ettim böylece. Diğer yandan da çok memnun oldum. 

Gene bu süreçte uzun zamandır görüşmediğim üniversite arkadaşlarımla görüştüm. Gene muhabbet aynı nişan-düğün furyasına dahil olanlar, iş-işsizlik ve bu alanda bir yılda edindiğimiz akıllara durgunluk veren acı tecrübeler, beş yıl sonra acaba nerede olacağız geyikleri. Hatta son madde bize Lise Kızlar filmini hatırlatmadı da değil. Allah sonumuzu benzetmesin tabii. 

Uzun zamandır kültürel etkinliklerden bir haber geçen hayatıma 'Nehir' tiyatro oyunu (Oyun Atölyesi sahnesi) ve 'Benim Dünyam' filmi ile de renk geldi bu süreçte. Hayatımda ilk kez Haluk Bilginer'i yakından izleme şansını elde ettim. Gene Ayça Bingöl ve Canan Ergüder'in de oyunculuklarını canlı canlı seyredebildim. Aslında oyunun konusu herkesin hayatına konu olacak 'ilişki tekrarlarını konu alıyordu. İlk aşkından sonra aynı heyecanı birçok kadına duyan adamın hepsiyle yaşadığı benzer duygulardı ele alınan. Tüm sevgililerle ilk ele ele tutuşma, ilk yemek tutma, ilk balık avlama, ilk birlikte olma... Karşısındaki kadın değişse de ilkinde duyulan heyecanın diğerlerinde duyulmaması. Ama her ilişkide bu süreçlerin yenilenmesi. Kasım ayında ise İzmir-AKM'de sahne alacak.

Geçtiğimiz günlerde ise 'Benim Dünyam' filmini izledim. Beren Saat, Uğur Yücel ve gene Ayça Bingöl'ün oyunculukları etkileyici idi. Sahne geçişleri arasında tutarsızlıklar ve öyküde zaman kopuklukları da dikkatimi çekti tabi. Ama genel anlamda dram türünü başarıyla işlemiş bir film vardı karşımda. Bollywood sinemasından alıntı olan senaryo Türkçe'ye oldukça iyi uyarlanmış. Çalıntı suçlamasını da hak etmiyor bence. Filmin en başından alıntı olduğu da söylenmiş zaten. Ki elin Amerikalısı alıp İsveç'ten Ejdarha Dövmeli Kızı alıp birebir çeviriyor, helal olsun adamlara deniyor. Türkler yapınca tukaka oluyor. Bence sinemamızın bu kadar hakkı yenmemeli diye düşünüyorum.

Şimdilik blogta günah çıkarma seansım bu kadar. Bir sonraki seansa görüşmek üzere.


7 Ekim 2013 Pazartesi

Hayat Nereden Nereye

Uzun zamandır yazamamam blogu boşladığım anlamına gelebilir ama ben buna kısaca hayatımı yoluna koymaya çalışmaya çalıştığım bir dönem diye özetleyebilirim. Burada en son Ankara'da mülakata gittiğimden bahsetmiştim. Mülakat bu ya olmadı. Hoş her şeyin hayırlısını dilemişken,olmaması benim için en iyisiydi belkide kim bilir. Mülakat süreci de tamamlandığına göre hangi kurum olduğunu söylemem de artık sakınca yok. Yarı kamu, yarı da özel kurum olma özelliğini taşıyan TÜBİTAK'a mülakata gitmiştim. Kurumsal İletişim Uzman Yardımcılığı pozisyonu için. En azından mülakattan bahsederek ilerde aynı kuruma mülakata çağrılanlar için bir kılavuz niteliği taşıdım diyelim. Gene merak edilenleri cevaplarım.

Diğer yanda bu süreçte erkek arkadaşımın uzakta olma fikrine alıştırdım kendimi. Dip dibe olunca zor geliyormuş ayrı şehirlerde olmak. Hani yanında istediğinde atlayıp gelmesinin yokluğu. Geleceği güne daha çabuk varabilmek için daha fazla uyumak ve sokakta bazı insanları ona benzetmek gibi şizofreniye varan davranışlar. Ama olumlu yanları da yok değil. Fırsat denen bir kelime girdi hayatımıza.Yaratığımız her fırsatta bir araya geliyoruz. (Dip not: tüm milli ve dini bayramlar candır.) Bu da birlikte geçen zamanı daha da anlamlı kılıyor.

Ve gelelim diğer konuya. İş konusuna. Kısa bir süre özel sektörde şansımı denesem de şuan için ne yazık ki İzmir şartlarında pek de aradığımı bulamadım. İstanbul ise benim gibiler için sıfırdan başlamak için elverişli bir yer değil, cesaret edemedim. Bu da beni ister istemez önümüzdeki sene için KPSS hazırlık sürecine götürdü. Ama öyle böyle hazırlanmak da değil yani dersaneye falan gidiyorum. ÖSS günlerime geri döndüm diyebilirim. Dersane arkadaşı ve hocası kavramları hayatıma geri döndü. Bir sene boyunca da bu böyle gidecek. Hakkımda hayırlısı.

Özetle tüm bu süre zarfında bunlar oldu. Tam bir adapte olma sürecindeyim. Az bekleyin, tez zamanda adapte olup geliyorum.



22 Eylül 2013 Pazar

Dizi Mevsimi Başladı


Eylül ayının sonlarına geldiğimiz şu günlerde, deniz ve havuz dönemi çoktan kapandı bile. Nevresimden ve pikeden bataniyeye geçerken, tişörtlerin üzerine hırka giymeye başladık.Yazın ne kavurucu sıcağı var, ne de kışın dondurucu soğuğu. O bakımdan aslında aranılan mevsimlerden sonbahar. Güz deyince kulağa daha bir hüzünlü geliyor orası ayrı. Tabii bunda ayrılık temalı dizi, klip ve filmlerin de payı büyük.

Soğukların yavaş yavaş kendini göstermeye başladığı şu günlerde ise sahil, kumsal gezmek düşüncesini yavaş yavaş rafa kaldırılırken, bataniye altında film ve dizi izleyerek, (ki bir de sevdiğinleyse tadından yenmez) sakin geçirilecek günler ise geldi bile.

Bu yazımda ise soğuk gecelerde size arkadaşlık edecek ve sizleri sürükleyecek iki dizi tavsiye edeceğim. Biri 'Orange is the New Black'. Konu itibariyle biraz kadınlara yönelik denilebilecek bir dizi. Sebebi ise dizinin kadın koğuşunda geçen olaylardan oluşması. Kadın koğuşu dediysek yerli 'Parmaklıklar Ardında' dizisi kadar arabesk ve iç karartıcı değil. Piper adını taşıyan genç kadının on yıl önce işlediği bir suçtan hapis cezasına çarptırılması ve Piper'ın tüm bu olaylardan bir haber olan nişanlısı Jason'ın hayatındaki gelişen olayları konu alıyor. Film şuan için bir sezon çekildi yani başlarsanız çok rahat bitirebilirsiniz. IMDb puanının 10 üzerinden 8,6 olduğu düşünülürse bu dizinin arkasının geleceğine bahse girerim.

Suburgatory ise geç keşfettiğim cevherlerden. İki senelik bir geçmişi var çünkü. Olaylar baba ve on beş yaşındaki kızının (Tessa) odasında açılmamış prezeratif bulması ile başlıyor. Bu durum üzerine baba kızını da alarak, apar topar New York'tan, Chatswin adı verilen küçük (diziye göre varoş) bir semte taşınıyor. Büyük şehir insanlarından sonra yeni taşındıkları şehirdeki insanların yaşayış biçimleri ve tavırları ise oldukça ilginç. Dizide genel olarak çok ciddi konular işlenmiyor, beyni yormayan, çerezlik bir dizi kısaca. Bu arada başrol babanın çok karizmatik olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Şimdilik dizi önerilerim bu kadar. Sizin de tavsiyelerinizi bekliyorum.



3 Eylül 2013 Salı

İlk Yurtdışı Alışverişim


Daha önceleri internet üzerinden birçok alışveriş yapmıştım. Her ne kadar beden olarak uymama korkusundan dolayı kıyafet, ayakkabı gibi ürünleri alma konusunda cesaret gösteremesem de çanta, cüzdan, kitap gibi daha çok aksesuar ve hobi alanlarında alışverişlerim olmuştu. Ama yurtdışındaki sitelere karşı hep bir önyargım vardı. Kargo, gümrük, en önemlisi de güven meselesinden dolayı.

Geçenlerde ise tüm bu önyargılarımı bir kenara atıp uluslararası bir e-ticaret sitesi olan AliExpress'ten çanta alma cesaretini gösterdim. Tabii bunda aynı siteden daha önce defalarca kez alışveriş yaparak, hiç bir sıkıntı olmadan aldıklarına kavuşan arkadaşımın da büyük bir payı vardı. Neden çanta diye sorarsan, çanta takıntımdan dolayı diyebilirim. Çantalara karşı büyük bir zaafım var. Bir de çanta altmışlar döneminden fırlayıp gelen retro modelinde olunca dayanamadım aldım. Elime ulaşma süresi yurtiçi alışverişlerine benzemedi tabii. Toplamda yirmi günde falan elime ulaştı. Ama ücretsiz kargo olduğundan hiç bir ödeme yapmadan (tabii alırken free shiping ürünlerden seçmen gerekiyor.) ürünü almış olunca beklediğim süre pek de gözümde büyümedi. Çanta her ne kadar Hong Kong'tan gelen Çin üretimi bir ürün alsa da kalite olarak beklentilerimi karşıladı.

Tavsiyem üzerine AliExpress'ten alışveriş yapmayı düşünenlere bazı ipuçları da vermeden olmaz tabii. Ürünü alırken ürün satıcısının güven endeks puanı ve alıcılar tarafından bırakılan yorumlara muhakkak bakın. Yüksek puanlı ve alıcıların memnuniyetini belirtiği ürünlerden almaya çalışın. İşte bu kadar basit.

İleriki planlarımda ise telefon kabı almak var. Türk lirası cinsinden beş-on türk lirası arası Türkiye'de denk gelinmeyen ve orjinal birçok telefon kabı mevcut. Boşuna telefonculara para bayılmaya gerek yok yani. Şimdilik yurtdışı online alışverişimden izlenimlerim bunlar. Başka bildiğiniz siteler varsa tavsiyeleri de almak isterim.





26 Ağustos 2013 Pazartesi

Leyleği Havada Gördüm

Beni leylekler mi getirdi bilinmez ama bu aralar leyleği havada gördüğümün garantisini verebilirim. Yaklaşık üç haftadır bu kadar gezmemin başka bir açıklaması olamaz zira. Bayramın ikinci günü Kuşadası'na gittim. Kaç yıldır İzmir'de yaşamama rağmen anca Kuşadası'na gitme şansı bulmuştum. Bayramda gitmemin gafletine de uğradım tabii. Trafik üzerine trafik. Ama tüm bu kalabalığına rağmen güzeldi Kuşadası. Zaten öyle olmasa Türkiye'nin ve dünyanın dört bir tarafından bu kadar çok insan akın etmezdi. Denizi, kumsalı ve de son olarak çarşısını (özellikle de akşamları) oldukça beğendim.

Bayramdan sonra ise bu kez istikametim Altınoluk oldu. Tatilini Marmara bölgesinde geçirenler bilirler. Altınoluk, Akçay ve Küçükkuyu oldukça mütavazi tatil beldeleridir. Hatta memur ve emekli kafası da demek çok yanlış olmaz buralara. Çok fazla, hatta neredeyse hiç gece hayatı yoktur. Buranın insanları genelde üçten sonra ailecek denize giderler. Bu nedenle kumsalda vakit geçirmesi rahattır. Kimse kimseye dönüp bakmaz bile. Geceleri ise tatil sakinleri mendirekte yürür, çay bahçelerinde çay içer, bardakta mısır yer, incik boncuk satılan sergileri gezerler. Tatil dönüşü ise kekik ve Edremit zeytini götürürler sevdiklerine. Neyse lafı fazla uzatmayayım. Dört, beş günümü Altınoluk'taki yazlıkta geçirdim. Yazlık yan komşumuz olan Magazin Forever Emine ise her sene olduğu gibi bu sene de formundaydı. Bütün yaz kim kimle evlenmiş, kimin çocuğu olmuş, kim ölmüş, kim ne almış, kim evini kime kiraya vermiş, kim nereye taşınmış anlattı bir bir. Sadece 4-5 günlüğüne gelsem de tüm site camiasından haberim olmuştu sayesinde. 

Ardından daha önceki yazımda bahsettiğim gibi mülakat için bu kez annemle Ankara yollarına döküldük. Tabii bilmediğimiz yer olunca, ben de evhamlı bir tip olunca mülakattan bir gün önce gitmeye karar verdik. Mülakatım iyi düzeyde geçerken, (bana göre) hayatımda ilk defa yedi kişiden oluşan kalabalık bir jürinin karşısına çıktım. Başta sıra beklemenin stresi (onuncu kişiydim) ve kalabalık karşısında kendimi bulmanın heyecanıyla azıcık teklesem de sonradan açıldım. Sonuçlar ne zaman açıklanır bilinmez ama Ankara'yı görme açısından güzel bir deneyim oldu benim için. Denizsiz olan şehirlere önyargılı olsam da buraya acayip kanım ısındı. Ayrıca insanları da çok sıcak kanlı ve mütevaziydi. Her yerini görme şansım olmasa da Çankaya semtini epey beğendim. Özellikle de Kuğulu Park ve Gençlik Parkı'nı.  

Özetle uzun zamandır gezemememin acısını son bir ayda çıkardım. İleriki günlerde ise İstanbul'a gitme gibi bir planım var. Üç büyük il demişken, İstanbul'u unutmak olmazdı tabii. 

Havadaki leyleği rahat bırakmaya niyetim yok. :)




7 Ağustos 2013 Çarşamba

Şepşeker Bayramlara


Her ne kadar son aylarda pek şeker gibi günler geçirmesek de
Önümüzdeki ramazan bayramı şeker, bal olsun tüm herkese.
Tatlı yemek dilleri de tatlandırsın,
Yenen baklavalar az kilo yapsın dileklerimle...
Herkese mutlu kutlu bayramlar.


4 Ağustos 2013 Pazar

Üç Büyük Şehir


Bu aralar üç büyük şehir arasında takılıp kaldım. İzmir'de oturuyorum. Erkek arkadaşım ise iş dolayısıyla İstanbul'a gitti. Askerden sonra bu kez iş mevzusu mesafeler ördü aramızda. Benim ise Ankara'da işe girme ihtimalim var. Ayın sonunda gireceğim mülakata bağlı. Türkiye'den İletişim Fakültesi mezunlarından başvuran 10 kişi çağrılırken ben de bu listeye girmeyi başarmışım. Ama gerisi ne olur şu an için muamma. Belki de ilerisi için Ankara yolları görünecek, şuan için bilmiyorum. Ankara'ya çok küçükken bir kere gitmiştim. Gitmedim bile desem yeri hatta. Hafızamda hayal meyal. Şu an bana yabancı bir şehir, apayrı bir yer. Hoş İzmir'e ilk geldiğimde de hissettiklerim aynıydı. İnsanoğlu her koşul ve her yere alışıyor. Bekleyip görmekte yarar var. 



30 Temmuz 2013 Salı

Yaza Çerezlik Filmler

Yazın kitap okumaktan sonra yapılabilecek en güzel etkinlik film izlemektir. Favori yerli diziler sezon finaline girer. Televizyonda da izlemeye değer hiç bir şey kalmaz.

Ben de şu aralar boş zamanlarımı film izleyerek değerlendirenlerdenim. Bu yazıda sizlere tam yaz dönemine yakışır, çerezlik filmler tavsiye edeceğim. Çerezlik diyorum çünkü izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacak ve film sürerken kaç dakika kalmış diye bakmaya fırsatınız bile olmayacak. Aslında etkilendiğim ve bahsetmek istediğim öyle çok film var ki. Muhtemelen bu yazının devamı da gelecek...

The Holiday (Tatil) geçenlerde izlediğim ve oldukça beğendiğim filmler arasında. İki birbirinden farklı kadının hayatlarını, ev değişimi konusunda uzmanlaşmış bir web sitesi sayesinde (ülke, ev ve eşyalar) geçici olarak değiş tokuş etmesini konu alan filmin konusu bir hayli ilginç. Bir yandan dünyaca ünlü filmlere fragman hazırlayan şirketin sahibi olan, kıyafet gibi sevgili değiştiren, şımarık bir hayata sahip Amanda (Cameron Diaz), diğer yanda İngiltere'de mütavazi bir hayat süren, hayatının büyük bir kısmını eski sevgilisini platonik olarak sevmeye adamış Iris (Kate Winslet). Filmin sürpriz yakışıklısı ise Jude Law.

Big Fish ise fantastik konusuyla ilgimi çeken diğer bir film. Film ana karakteri Williams ve babası arasındaki ilişkiyi konu alıyor. Babasının başından geçenler, Williams'ın hayal dünyası ile hayat buluyor kısaca. Filmde en çok etkilendiğim sahnelerden biri sirk sahnesiydi. Sirkte gösteride gördüğü bir kıza aşık olan Williams kızın izini kalabalıkta kaybediyor. Sirkin sahibi ise kızı tanıdığını söylüyor ve kıza dair vereceği her bilgi için Williams'ın sirkte ona hizmet etmesini istiyor. Williams'ın kızın adını öğrenmesi toplamda 9 yılını alıyor ama o zamana kadar da hiç geri adım atmıyor. Parçalanmak pahasına hayvaları doyuruyor, dışkılarını temizliyor. Özetle gerçekte böyle bir aşık var mı dedirtiyor. Filmden diğer ilginç bir kare ise Williams'ın ormanda gezerken küçük bir kasabaya denk gelmesi. Kasabada herkes çıplak ayakla geziyor. Çünkü kasabada tüm ayakkabıları alıkoyan ufak bir kız var. Neyse daha fazla tüyo vermeyeyim, mutlaka izleyin derim.

Coco Before Chanel'ın da moda meraklılarının hoşuna gidecek bir film olduğunu düşünüyorum. Film adından da anlaşılacağı gibi Chanel markasının yaratıcısı Coco Chanel'ın hayatını konu alıyor. Yetiştirme yurdu ve terzilikten (ve bazende kabarede ikinci iş olarak şarkıcılık) moda ikonu olmaya giden yolculuğu konu alıyor. Benim gibi sade ve feminen giyim tarzını hoş bulanlar için film tam bir moda şöleni.

Son olarak My Name is Khan. Hint filmi denince akla filmin yarısını kaplayan Hint dansları gelse de bu film diğerlerinden oldukça farklı. Rızvan adını taşıyan ve Müslüman inanışa sahip bir gencin hayatını konu alıyor. Rızvan Asperger (otizm benzeri) adı verilen bir rahatsızlığa sahip. Annesini kaybettikten sonra Amerika'ya abisinin yanına hayatını kazanmak için gidiyor. Orada ise bir oğlu olan ve Hindu bir kuaför kadına aşık oluyor ve evleniyor. Evliliklerinde din ve inanç farklılıkları hiç problem teşkil etmezken, 11 Eylül saldırısı hayatları tamamen değiştiriyor. Evlendikten sonra soyadı Khan olarak değişen üvey oğlu, müslüman olduğu için terörist olarak suçlanarak, öldürülüyor. Ve asıl can alıcı olaylar da bundan sonra başlıyor. İzledikten sonra uzun süre etkisinden çıkamadığım bir filmdi. Bir baş yapıt diyebilirim.

Özetle, tavsiye ettiğim filmler şimdilik bunlar. Aralarında izlemediğiniz varsa mutlaka izleyin derim. Eminim bugüne kadar neden izlemedim diye hayıflanacaksınız. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.






20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kavurucu Yaz Alametleri


Bir kaç haftadır kavurucu sıcaklar kendini göstermeye başladı. Özellikle de Ege ya da Akdeniz bölgesinde yaşıyorsanız sıcaklar daha da yakıcı oluyor. Peki yazın geldiğini nasıl anlarsınız?

Ayak fotoğrafları: Yazın geldiğini artık eskisi gibi denize düşen karpuz kabuğundan değil, Instagram ve Facebook'a düşen plajdaki ayak fotoğraflarından anlıyoruz. Farklı çeşitlendirmeler yapabilmek mümkün. Plajdaki yanlız erkek ayak, plajdaki ojeli bayan ayak, plajdaki romantik bayan ve erkek ayaklar, evin balkonunda ya da terasında çekilmiş plaj ve denizin hasretini çeken ayaklar. Burada unutulmaması gereken, ayaktan ayağa fark var. Taraklısı, taraksızı, pedikürlüsü, pedikürsüzü... Düşünmeden koymamak gerek.  Aksi halde yazdan soğumaya sebebiyet verebilir bu ayak fotoğrafları.

Teyze yelpazesi: 50 yaş üstü teyzeler otobüslerde ellerinde yelpazelerle salınmaya başladılarsa anlayın ki yaz kapıya çoktan dayanmış hatta kapıyı açmış da çoktan içeri girmiş. Aynı teyzeler otobüsün çalışmayan klimasına söylenir, "oğlum/kızım şu camı açıver" diyerek sizi anında havalandırma sorumlusu ilan edebilirler.

Parmak arası terlik: Tipinden hiç beklenmeyecek, godaman tipler bile parmak arası terliklerle etrafta dolanıyorsa yaz gelmiş demektir. Bakalla giderken iyi de, şehrin tam göbeğine hiç yakışmaz bu parmak arası terlikli adamlar.

Sahillerde eş dost bildirimleri: Sabrı en zorlayan alamettir denebilir. Her Pazar günü sen evde pineklerken, herkes sahil sahil (beach) gezer, bir de üzerine Facebook ve Foursquare'de yer bildirimi (Foursquare lugat: check in) yaparlar. Hele bir de Temmuz, Ağustos aylarında bu yer bildirimleri tavan yapar. Sen ayağını suya dahi sokmamışken, arkadaşlarının her hafta farklı plajlarda cirit atması sinir bozucudur. Asabiyet yapar.

Boyun tutulması: Etrafınızda boyun ve sırt ağrılarından şikayet eden insan sayısı arttıysa tek sorumlusu sıcaklara karşı ayakta durmayı sağlayan klima ve vantilatörlerdir. Kavurucu sıcaklara devalardır ancak insanın anatomisinin canını okurlar.

Aklıma ilk gelen yaz alametleri bunlar. Tüm bunları dört bir yanda yaşanırken, ben halen ayağımı denize sokabilmiş değilim. Dert sahibi oldum o nedenle. Benim yaz planlarım bayramdan sonraya kaldı. Eee ne demişler sabreden derviş, sıcaktan erimiş.



30 Haziran 2013 Pazar

Açık Öğretim Muhabbetleri


Bugüne kadar etrafınızda mutlaka Açık Öğretim Fakültesi'nde okuyan olmuştur. Ya arkadaşınız, ya akrabanız, ya da uzaktan bir tanıdık. Bu yazımda Açık Öğretim'in ne denli gerekli olduğuna ve okusam mı diye kara kara düşünenlere ışık tutmak istedim. Çünkü Facebook'tan konuyla alakalı oldukça fazla mesaj geliyordu.

Açık Öğretim çeşitli nedenlerden dolayı okunuyor. Kimi ekonomik durumu örgün öğretime el vermediği için, kimi puanı örgün öğretime yetmediği için, kimi de ikinci bir üniversite olarak teorik bilgisini arttırmak ve cv'sine güç katmak için, memur olanlarda kıdemini dolaylı olarak maaşını arttırmak için, kimi askerlikten biraz daha uzaklaşmak için, kimi KPSS için...

Türkiye'de bu yolla okuyan epey de insan var. Bana göre en sağlıklısı şayet şartlar el veriyorsa örgün öğretimin yanında okumak. Bir de yata yata geçme ön yargısı var ki ne yazık ki öyle bir şey yok. Çünkü açıktan da olsa kimse kimseye bedavadan diploma vermiyor. Belki örgün öğretim kadar çaba gerektirmiyor ama sınavdan önce eğer o derse bakılmazsa sıkıntı yaşamak muhtemel. Karambole bir iki ders belki geçilebilir ama bir dönemde altı ders olduğunu varsayarsak ki bu da senede on iki ders yapar, hiç çalışmadan ne denli tüm bu derslerden geçilebilir, tartışılır. 

İş konusuna gelirsek garanti demek aptalca olur. Zira bugün örgün öğretimde uzun uğraşlar vererek okuyanlar bile aylarca hatta senelerce işsizlikle sınanıyor. Bulundukları sektörde tutunmak için uzun müddet çaba sarfediyor. O nedenle sadece KPSS açısından sınırlı bir garantisi var. Diplomayla sınava başvurma ve diğer tüm dört yıllıklarla eşit şartlarda tercih yapabilme hakkına sahip olunuyor. Zaten mülakatlarda akla kara birbirinden ayrılıyor. Asıl hüner orada başlıyor.

Yüksek lisansta gene aynı durum söz konusu. Sınava başvurma hakkın tüm dört yıllık üniversitelerde olduğu gibi var. Önemli olan mülakatlarda fark yaratabilmek.

Diğer merak edilen ise İşletme Fakültesi diplomalarında Açık Öğretim Fakültesi ibaresi yer almıyor. Bu da bizlere vaktinde Tansu Çiler'in oğlunun AÖF'de okumasına dayanan bir kıyakmış yeni öğrendim. Hem açıktan okuyup, hem de İşletme Fakültesi mezunu olarak geçiyorsun. Farkını ise sadece araştıranlar bilebiliyor. Bu da Açık Öğretim'in bir diğer bulunmaz velinimeti.

Özetle iş gene kişide bitiyor. İster açık okunsun, ister örgün. İşe alımlarda ise tek üniversite ve tek dil bilmenin yetmediği günümüzde ikinci üniversite olarak okumak mantıklı bir fikir. İleride kendi işini kurma hayallerine sahip olanlar için ise atılacak iyi bir adım.

İmkanınız varsa okuyun. Ancak bütünleme hakkı ne yazık ki yok. Harçlar da her dönem ödeniyor. Çift Anadal'dan daha az uğraştırıcı. Daha fazla maliyetli.

Tavsiyesi benden tercihi size kalmış.


17 Haziran 2013 Pazartesi

Cennetten Bir Köşe Senin Olsun


Ne zormuş sevdiğinin ölümü ardından bakakalmak, olanlara karşı çaresiz kalmak. Daha önce bir yakınımı neredeyse hiç kaybetmemiştim. Dedemin vefatında hayatta yoktum, babaannemin vefatında ise küçüktüm ve babam pek hissettirmemişti yokluğunu. Uzak tutmuştu beni ölüm sürecinden.

Geçtiğimiz günlerde ise çok sevdiğim bir insanı kaybettim. Erkek arkadaşımın annesini. Gülçin Teyze'yi. Ciğerin yanması için kan bağına ihtiyaç yokmuş, ilk kez anladım. On yıldır kansere karşı savaşmış, ne yazık ki mücadeleyi sonunda kaybetmişti. İki buçuk yıla yakın bir süredir tanıyordum. Ama ilk tanıdığımda sağlığı çok daha iyiydi. Gezebiliyor, konuşabiliyor en önemlisi de gülebiliyordu. Son aylarda ise daha da ağırlaşmıştı. İnsan bazen sonucu hissetse de kabullenmek istemez, sevdiği insana konduramaz. İşte tam da öyle oldu.

Görmesini dilediğimiz ve istediğimiz öyle anlar vardı ki. Onları dahi beklemeden kanatlanıp uçtu. Hiç hesapta yokken bizi bıraktı gitti. Belki de gittiği yer onun için daha huzur doluydu, gitmeyi yeğledi.

İşin ilginç yanı da aynı gün annemin girdiği sezeryan ameliyatında iki adet bebeğin dünyaya gelmiş olması.  (Annem ameliyat hemşiresi) İlk nefesin alanların yanında aynı saniyelerde son nefesini verenler. Hayat ne garip.Yeni doğanlar için yaşayanlara belki de veda edilmek zorunda. Hiç istenmese de sevilenler feda edilmek zorunda. Dünya herkese yetecek kadar büyük değil. Kimlerin gideceği ise belirsiz.

Sonuç olarak, Gülçin Teyze'den bize geriye kalanlar tembihleri ve ileride bizi görmek istediğini söylediği yerler. Bedenen artık yanımızda yer alamasa da ilerde yapılacakları hissedeceğine adım gibi eminim.

Ama bir gerçek de var ki bundan sonra 'keşke o da görseydi'  cümlesiyle başlayan anılar hep yarım.

Gülçin Teyzem nur ve ışıklar içinde yat. Mekanın cennet olsun.


4 Haziran 2013 Salı

Yazmassam Olmazdı!



Son bir haftadır yaşananların haddi hesabı yok.

Önceleri Gezi Parkı'nda sadece bir avuç insanla başlayan direniş, bugün inanılmaz kitlelere ulaşmış durumda.

Polisin kontrolsüz güç kullanması alevleri ateşleyen ilk nedenlerden.

Aslında tüm bu olanlar bardağı taşıran o son damla oldu. Kendi adıma konuşmam gerekirse bugüne dek ne siyaset ne de benzeri konularda yazdım blogumda. Çünkü destekleyebileceğim bir parti dahi yoktu. Ve hepsi kendine göre en doğruydu. Ben ise doğruluğunu savunabileceğim tek bir görüş bulamamıştım binlerce kişi gibi. Ne dinime, ne Atatürk'e, ne de milliyetime sahip çıkabilmem için belli kalıp ve ideolojilere sokulmuş siyasi partilere ihtiyacım yoktu.

Bu olayın da aslında siyasetle ilgisi yok. İnsan hakları ve özel yaşama müdahale ile ilgisi var. Hani Anayasanın ikinci maddesi var ya; 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temek ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' diye. Teoride insan haklarına saygılı ve adaletli olan Türkiye Cumhuriyeti'nin uygulamada yavaş yavaş bu değerlerinden uzaklaşması ya da uzaklaştırılması sebep olmuştu tüm bu olanlara. Alkolün yasaklanması, kürtajın yasaklanması, 3 çocuk yapılsın talimatları ve benzeri onlarca özel hayata müdahale. Ne yiyip ne içeceğimizden tutun da yatak odamızdaki münasebetlerimize varan aşırı müdahaleler. Sadece bizi ilgilendiren şeylerin kamuyu ilgilendirir hale getirilmesi. Yaptıklarımızdan dış kapının mandalı olan üst mahalledeki komşunun bile kendinde söz sahibi hissedebilmesinin hadsizliği.

Diğer yandan kişilerin yaftalanarak, ötekileştirilmesi. Gavur İzmir, Alkolik, Tinerci, Başı Açık Kadın: Perdesiz Ev son olarak da Çapulcu.  Kişiye hakaretin resmileştirilmesi hatta belki de yasallaştırılması.

İşte ben de birçok kişi gibi tüm bunlardan rahatsız oldum. Yoksa kardeşten de öte başı örtülü arkadaşlarım, kimseden görmediğimiz insanlığı bana gösteren kürt dostlarım da oldu. Dinin, ırkın kişileri birbirine düşman etmek etmek için kullanılmasına karşıyım.

Bir de her mesleği hakkıyla yapan ya da bu hakkını kötüye kullanan insanlar var. Bu bir eğitimci de olabilir, doktor da, avukat da ve elbette ki polis de. Önemli olan meslekte 'akıl mantıktan, vicdan kalpten uzaklaşmasın'. Her mesleğin gereklilikleri tamamen yansız/ objektif olarak yerine getirilebilsin. İşte olaylara sebep olan şeyler biri de objektif olunmaması aksine mesleğini yanlı bir şekilde kötüye kullanan bazı kişilerin olması.

Bir de bu olayları kendince fırsata çevirmek isteyenler var ki, onlardan kesinlikle uzak durulmalı. Provakatörler... Bizler bu durumda saygıyı elde bırakmadan tepkimizi dile getirmeli, ilk andaki çevreci tavrımızı korumalıyız. Bir de sosyal medyada paylaştıklarımızın kaynağından emin olduktan sonra paylaşmalıyız.

Son olarak medya, onlara diyecek elbette ki söz kalmadı. Basın özgürlüğü kavramı gene yerle bir oldu. Koltuk (mevki) ve paranın, dürüstlük, iş ahlakı ve etikten daha önemli olduğunu kendilerince bir kez daha göstermiş oldular bize.

Bunları kim mi söylüyor? 3 üniversite bitirmiş, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık, Medya ve İletişim ve İşletme bölümlerinden mezun, İzmir'de yaşayan, annesi CHP, babası AKP'li olan ve her ikisinin de evladı olmaktan gurur duyan ve onlara her zaman saygılı olan, şu ana kadar karıncayı bile incitmemiş, tek bir kişiye hakaret etmemiş biri.

Umarım her şey bir an önce barışçıl yollarla çözüm bulur. Kimsenin daha fazla canı yanmaz, kimse daha fazla can yakmaz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı sona erer, herkes şapkasını önüne koyup düşünür. Kimse dürüstlükten, objektiflikten uzaklaşmaz. Basma kalıp fikir ve inançların içinde kaybolmaz.

 Benim söyleyebileceklerim bu kadar.

Son olarak 'Yurtta sulh, cihanda sulh!'





31 Mayıs 2013 Cuma

Okul Gezilerinin Aranan Yıldızıydım


Eminim herkes hayatında en az bir kez okul gezisine katılmıştır. Ya da tur şirketlerinin düzenledikleri tur programlarına dahil olmuştur.

Bu turların birçok vazgeçilmez yanları vardır. Sevilen arkadaşla saatlerce yan yana oturma ve laklak etme imkanı ilk akla gelenlerdendir. Laklak dışında, yol boyunca hoplanır zıplanır, sürekli yolluk diye yana alınan abur cuburlar yenir. Otobüs içinde ikramlar döner. Kimisi evden getirdiği poğaça, böreklerden tüm otobüs ahalisine ikram ederken, bir kısım kişiler ise kendine müslüman tavrıyla tüm hamur işlerini kendileri yerler. Tabii otobüsü saran ağır koku yüzünden epey bir ah alır bu kişiler.

Bir de mandalina, muz, salatalık gibi kokulu meyveyi kendine kadar getiren tipler vardır ki işte onlar bir kaşık suda boğulasıdır. Otobüsü saran kokulardan can çeker, bir taraflar şişer.

Binbir heves ve enerjiyle başlayan tur, dönüşte enerjisi tükenmiş, bitap insanlarla dolar. Hatta okul turlarında nice platonik aşklar, sevilen adamın ya da kızın ağzı açık biçimsizce uyurken görülmesiyle habersizce son bulmuştur.

Okul hayatım boyunca okulumda düzenlenen turların vazgeçilmez elemanlarındandım. Nevşehir, İstanbul, Ankara ve İzmir'e düzenlenen birçok gezide yerimi almıştım.

İlk uzun mesafe okul turumu hatırlıyorum da hala dün gibi aklımda. Halbuki yaşım epey ufaktı. Kapadokya turuna gidiyorduk sınıfça. Annem o zamanlar o kadar uzun mesafeye nasıl yollamış şuan şaşırıyorum, belki de izin alabilmek için ne çirkeflikler yapmıştım.

16 saat saati yolculuk. (Sadece gidiş) Yanımda sınıftan en yakın arkadaşım, Kodak filmli fotoğraf makinam (o zamanlar yoktu tabii dijital teknoloji) ve sigara böreklerim vardı. Konya'da durduğumuzu hatırlıyorum. Etli ekmek yemiş, Mevlana'nın türbesini ziyaret etmiştik. Bir de dilencilerin saldırısına uğramıştık. 13 yaşındayız neticede, dünkü bebeyiz neyin sadakasını istiyorlarsa.

Kapadokya'ya vardığımızda ise 4 yıldızlı otelde kalmıştık. Otelde yabancı turistler çoğunluktaydı. Daha ergen yaşlarımızda olduğumuzdan ayarsız enerjimizle dolanıyorduk etrafta. Tam pansiyondu otel. Bedava yemekleri duyunca epey coşmuştuk. Daha sonra ise içeceklerin fiyata dahil olmadığını öğrenmiştik ve o zamanın parasıyla 1 şişe kolaya 2,5 tl veren arkadaşlar olmuştu. Evlat acısı gibi oturmuştu içlerine.

Diğer aklıma kazınan anıysa, ekmeği elimle kestim diye üzerime yürüyen Alman teyzeydi. Bezle tutup öyle kesecekmişim. Daha 13 yaşında olmamın verdiği ürkeklik ve tek kelime Almanca bilmememin mahcubiyetiyle epey bir korkmuştum.

Hayatımda gittiğim ilk uzak mesafe olması ve peri bacalarının o eşsiz görüntüsü ise hala aklımda. Gene Ihlara Vadisi, Yer Altı Şehirleri ve eski dönemlerden miras kiliseler ise etkilendiğim diğer mimari / doğal oluşumlardandı. O kadar fotoğraf çekmeme rağmen filmli fotoğraf makinesinin gafletine uğramış, tüm fotoğraflarım yanmıştı. Gelince üç gün sinirden ağlamıştım.

Şimdi ise tekrar Nevşehir'e gitmek ve yeniden oraları görme isteğiyle yanım tutuşuyorum. Bu kez yanıma tüm fotoğraf makinası, kamera gibi tüm dijital cihazları alıcam. Belki Kapadokya'ya gittiğimde bu kez balona bile binebilirim.

(Dip not: 1.000 izleyiciyi geçtim şaka maka, tüm blog takipçilerime teşekkür yazısı elbette yazıcam vakit bulduğumda. Çok yakında...)


17 Mayıs 2013 Cuma

Mezuniyet Sonrası Dedikodular

Mezun olduktan sonra en büyük merak konusudur kimin neler yaptığı? Kim ne işe girmiş, kim yüksek lisans yapıyormuş, kim şehir/ülke değiştirmiş, kim nişanlanmış, kim ayrılmış, kim askere gitmiş, kim evlenmiş?

Muhabbetler edilir, dedikodu kazanı kaynar.

Hızla değişen medeni hal meselesi muhabbette önemlidir mesela. İşin en ilginç kısmı ise ilerde evde turşu vazifesi göreceğine adınız gibi emin olduğunuz tiplerin okul biter bitmez evlenmesidir. Ya da nişanlanması... Diğer  şaşırtan durum ise muhtemelen doğuştan nişanlı olduğunu düşünmeye başladığınız ve kesin evlenir gözüyle baktığınız arkadaşınızın nişanlısından ayrıldığı haberidir.

Diğer muhabbet konusu ise iş bulma mevzudur. Mesela iş bulma konusunda ağzınızı açık bırakan tipler vardır. İki kelimeyi bir araya getiremeyen, umutsuz vakka denen tipler girilmez denen üst düzey yerlerde işe girmişlerdir. Eğitim hayatı boyunca hocalardan köşe bucak kaçan çocuk öğretim görevlisi olma yolundadır. Bir de okulu dereceyle bitiren mezun olur olmaz kesin iyi bir yere kapağı atacak gözüyle baktığınız diğer arkadaşlarınız vardır. Aldığı derece arkadaşlarınızın bir işe yaramamış aksine evimin kadını çocuklarımın anası çaresizliğiyle zengin koca bekler olmuşlardır. Belki de hayatın bu kadar fazla çelişki barındırdığını ilk kez bu zamanlarda anlamaya başlarsınız.

Bizim de iki gün önce aynen böyle oldu. Aylar sonra bir araya gelinen arkadaşlarla beklenmeyen kişilerin Facebook'taki nikah fotoğraflarına bakarken bulduk kendimizi. Ardından hiç beklemeyeceğimiz suratle askere giden arkadaşların muhabbetini yaptık. Ardındansa ayrılanların, işe girenlerin (bu kısımda pek insan yok), acı acına çalışanların, azimle hala okuyanların.

Aradan kısa süre geçse de kiminin hayatı hızla ilerlemiş, bazıları ise bir yerlere savrulmuş... Biz ise mütavazi devam eden yaşamlarımızla tüm bu olanları karşıdan izliyorduk.

Şimdilik...




4 Mayıs 2013 Cumartesi

Konu Kitap Olunca- Yarışma Çekiliş Arası Bişiy!


Konu kitap olunca şansımı denemeden duramadım. Hiç çekiliş kazanmadım, şeytanın bacağı kırılır belki bu kez. Diğer yandan da blog yazarı Yamak'a destek olmak istedim.

Yarışma şartları ise şu şekilde;
1)Yamak'ın blogunu takip edin,
2)Kendi blogunda duyurun,
3)Adını, soyadını ve mail adresini bağlantı linkini yorumunda belirtin,
5) Yamak'ın Facebook sayfasını beğenin.

7 Mayıs 2013 son gün. Kitap düşkünlerine bol şans. :)


30 Nisan 2013 Salı

Gitsem mi, Kalsam mı?

Her İstanbul dışında üniversite bitiren kişinin aklındaki en büyük soru işaretidir; Gitsem mi, kalsam mı? Bir yandan okul yıllarına ev sahipliği yapmış ve artık yarı memleketin olarak benimsediğin şehri bırakmak ihanet etmek gibi gelir, diğer yandan hep bir acabayla yaşamanın varlığı yapışır ensene. İstanbul'a gitsem acaba tutunabilir miyim, gitsem acaba verilen maaşla karnımı doyurabilir miyim, yabancı bir şehirde çevre edinebilir miyim bla bla. Kaldığın şehir işsizlikle sınar seni, gideceğin şehirse kalabalık ve bilinmezlikleriyle boğar.

Ben bu yazımda birçok İzmir'de üniversite bitiren ve okul bittiğinde ise bu karmaşanın içinde kendini bulanlara tercüman olacağım. Çünkü ben de sürüncemede kalmış, hep bir 'acaba' ihtimali beyninde yer etmiş birisiyim. Geçtiğimiz hafta biraz kafa dağıtmak biraz da okul sonrası büyük denizde boğulmak uğruna İstanbul'a aylar öncesinde kaçan (hem de can havliyle) okul arkadaşlarımla görüşmek için İstanbul'a gittim. İstanbul her zamanki İstanbul. O meşhur trafiğine pek denk gelemesem de 3 günlüğüne dahi gitsem, cebindeki son kuruşa kadar yola harcamak zorunda kaldığın pahalı şehir İstanbul. Ardından maceraperest ruhlu, İstanbul'da büyük reklam ajanslarında çalışmaya başlayan arkadaşlarımla buluştum. Hani büyük denizde boğulmak demiştim ya arkadaşlarım çırpınmaktan vazgeçmiş yatay pozisyonda denize uzanmış bir kurtarıcı bekliyor gibiydiler. Hani ya öleceklerdi, ya da su yüzüne yükseleceklerdi. Yorucu uzun çalışma saatleri, aradan 7-8 ay geçmesine rağmen hala stajyer şartlarına dahil olmak ve stajyer muamelesi görmek vs. vs. Bunların yanında yurt kirası, yol parası, aileden uzakta olmanın ve bu saate sonra geri dönememenin verdiği gururun yarattığı manevi işkence. Yanısıra keşke İzmir'de kalsaydım pişmanlıkları.

Sonuç olarak İstanbul'a gitmek de bizim gibi yeni mezun ve henüz ham olan bizler için iyi bir çözüm gibi durmuyordu. Canlı örnekleri ise karşımda capcanlı duruyorlardı. Tamam, harika bir şehir, her semti tarih kokan mekanları barındırıyor. Ama diğer yandan daha iki adım ötedeki yere gidemeyen ve İstanbul hayatları sadece güneşin doğuşu ve batışını görmekten ibaret insanlar duruyor. İstanbul'un tadını çıkarabilmek için az çalışıp, çok para kazanmak gerek. Öyle mesleklerde genelde pek yasal yollarla geçinmekle olmuyor.

Özetle, bizim sektörde durumlar böyle. O yüzden ben bir süre daha kendi yağımda kavrulmaya karar verdim. Daha iyi fırsatlar çıkana kadar. Benim gibi hala aklının bir köşesinde soru işareti olanlarla birlikte hakkımızda hayırlısı!




16 Nisan 2013 Salı

Yüksek Yüksek Topuklar


Bu sefer anlatıp çıkacağım mevzu okuduğum kitapla alakalı. Sadece okumak demeyeyim, resmen azar azar sindirdim kitabı. Kitabın adına gelirsek 'Yüksek Topuklar', Murathan Mungan'dan. Genelde birçok kitabı okumadan ya da filmi izlemeden kitabın veya filmin isminden kafamda bir senaryo oluştururum. Ve o senaryo hiç bir zaman umduğum gibi çıkmaz. Aşırı klişeler dışında daha filmin başından sonunu pek kestiremeyenlerdenim.

Bu kitapta da öyle oldu. Yazar erkek, ismi de kadına dair bir obje olan topuklu ayakkabı ve onun topuğu olunca, kesin ideolojik bir kitap bu dedim. Ataerkil toplumda kadın ve cinsel ayrımcılık, topuklu ayakkabıyla oluşturulan fetişizm, topuklular üzerindeki metropol kadınları, çalışma hayatında kadın falan filan. Meğer işin aslı çok farklıymış. Nermin adında 40 yaşın üzerinde bir bekar kadının hayatı konu alınıyor kitapta. Konular öyle anlatılmış ki bir erkeğin kaleminden bu kadar kadınca çıkması hayli ilginç. Bir erkeğin kadının özel günlerinden tutun, kadın hemcinsleri arasında yaşadığı duygusal gerilimleri bu kadar kadınca yansıtabilmesi beni hayrete düşürdü. Annelik, bekarlık, aşk, ihanet, iş hayatında yaşanan durumlar... Hepsi kadına dair ve tek bir kalemden çıkma. Birçok kişi karaktere Bridget Jones yakıştırmalarında bulunsa da konuca daha dobra ve çok daha samimi. Öyle ki kitabı okurken yer yer ağlamaklı, yer yer mutlu oldum. Kitap içine beni çoktan almıştı.

İşin diğer bir ilginç yanı böyle dişi bir kitabı erkek arkadaşımın tavsiyesiyle almam. Ki normalde okuduğumuz kitapların tarzları da pek uymaz.

Özetle hala okumayan varsa muhakkak okumalı bu kitabı, hemcinsini /  karşı cinsini tekrardan keşfetmek için iyi bir fırsat.




4 Nisan 2013 Perşembe

Shapes ile Pilatesi Keşfediyorum


Bir önceki yazımda Shapes Kıbrıs Şehitleri Şubesi'nde yaşadığım piloxing deneyiminden bahsetmiştim. Blog yazısı ve fotoğraf paylaşımlarından sonra 'zaten zayıfsın ne gerek vardı ki spora gitmene'den başlayarak , 'ihtiyacın yok ki spora' kadar varan yorumlar aldım. Bu yorumların çoğunun azıcık etine dolgun eş dosttan aldığımı söylememe gerek yok sanırım. Maalesef ki Türkiye'de yaşıyorsanız spora gitmeniz için ancak yumurtanın kapıya dayanması gerekiyor. Kimse ciddi selülit, çatlak, fazlalık problemleriyle karşılaşmadan spor merkezinin kapısından girmiyor. Halbuki o aşamaya kadar önlem alınsa sonradan hayıflanmaya hiç gerek kalmayacak. Ve en önemlisi de sağlıklı yaşam için kendi bedenimize bakmamız şart. Çevremizdekiler için değil, kendimizle barışık olmak ve kendimize saygı duymak için. Aksi halde biz kendimize saygı duyamazken, başkası nasıl duysun ki!

Neyse konu fazla uzatmadan bu kez dün denediğim Pilates deneyiminden bahsedeceğim sizlere. Piloxing'ten arda kalan vücudumun et kesmiş (nasıl bir tabirse!') haliyle bu kez Pilates sporunu denemek için Shapes Kıbrıs Şehitleri şubesine yollandım. Daha önceki seansa nazaran daha rahat edeyim diye bu kez eşofman altı yerine tayt giydim. Daha rahat geçen bir seans oldu benim için. Isınma hareketi ile başlayan seans ayakta yapılan hareketlerle sürdü. Ardından pilates topu ve minder hareketleri ile devam etti. Pilates topu daha önce evime de almıştım zaten ancak top bile beni heveslendirmeye yetmemişti. (eski yazım burda!) İki gün yapmış sonra bırakmıştım. Top hala şişik vaziyette odamda yuvarlanıp durmakta. O nedenle spor salonunda yaptığım pilates epey bir kontrollü oldu benim için. Kaytarma şansım yoktu. Hareketlerde yer yer acemilik çeksem de pilates hocası epey bir yardımcı oldu. Her pozisyonu tane tane açıkladı, hareketleri gösterdi. Seans esnasında ise bu kez şu kareler takıldı objektiflerime. Fotoğraftaki siyah tişörtlü olanın ben olduğunu söyleyeyim, siz de pilates yapmadaki azmimi görün ve çabamı anlayın. :)

Sonuç olarak geçtiğimiz son üç gün spor anlamında ciddi yol katettim. Shapes Turkey ve Shapes Kıbrıs Şehitleri'nin de büyük payı var tabii bu ilerlemede. Tüm bunlar olurken tüm bu spor sürecimse Shapes Kıbrıs Şehitleri Facebook sayfasında yer aldı. Sayfayı beğenerek, marka ile ilgili tüm duyuru ve bilgilerden haberdar olabilirsiniz. Facebook sayfası için buraya tık!

Ayrıca size ufak da ipucu vereyim. İleride Shapes Kıbrıs Şehitleri Facebook sayfasında yapmayı düşündüğümüz kampanyalar yer alacak. Belki de bu kez piloxing ve pilatesi deneyimleyecek kişi sen olacaksın.

Dip not: Aklıma gelmişken eğer benim gibi ayaklarınız düz tabansa mutlaka spor ayakkabıyla sporunuzu yapın, ben bunu en başta bilmediğimden ayakkabısız yapınca ayaklarımın tabanları epey bir rahatsız oldu.


2 Nisan 2013 Salı

Shapes ile Piloxing'i Keşfediyorum


Hikayeme geçmeden önce hikayemin oluşmasında ev sahipliği yapan Shapes Turkey'den biraz bahsetmek istiyorum. Shapes Amerika, Asya, Afrika ve Avrupa'da 14 farklı ülkede hizmet veriyor. 2008 yılında bu yana ise Shapes Turkey olarak Türkiye'de hizmet vermeye başlamışlar. Ve de konsept sadece biz kadınlara özel. Erkek ve kadınların aynı salonda spor yapmasından hoşlanmayan biri olarak sadece kadınların bulunduğu bir ortamda spor yapmak fikri bende rahatlık düşüncesi uyandırdı. Özellikle de bayanların üst katta spor yaptığı spor salonlarında, üst katta çıkmak için birinci katta spor yapan erkeklerin önünden geçmek zorunluluğu ve onca erkeğin bakışlarını üzerimdeymiş gibi hissetme durumu hiç eğlenceli bir durum oluşturmuyor. Hem karşı cinsin terler içinde kas yapma veya devasal göbeklerini eritme çabalarını birebir gözlemlemek karşı cinstten soğumaya da neden olabiliyor uzunca bir süre.

Ardından Shapes Turkey'in Alsancak Kıbrıs Şehitleri Şubesi'ne görüşme ve ön bilgi almak için gittim. Hayatımda spor salonuna adım atmamış biri olarak hem deneyim günlerinde bulunup spor yapabileceğimi kendime ispatlamak hem de spor salonu havası solumak istiyordum. Ve de blog için ayrıca deneyim kazanıp, paylaşımda bulunmaktı diğer bir amacım da. Kıbrısşehitleri şubesinde dört çeşit egzersiz alternatifi varmış. Piloxing, Pilates, Shapes 30 dakika'lık Egzersiz Sistemi ve Personal Training. Benim en çok ilgimi Piloxing çekti. Piloxing sadece Shapes Turkey salonlarında yapılan bir egzersiz. Los Angeles sporu olarak da bilinen spor, Victoria's Secret modelleri ve Hillary Duff başta olmak üzere birçok tanınan dünya starı tarafından yapılıyormuş. Bu nedenle ilk olarak Piloxing'i deneyimlemeliyim dedim. Dün ise deneme seansına katıldım. Ağırlıklı olarak kol ve bacak hareketlerinden oluşan Piloxing egzersizleri aslında tüm bölgeyi çalıştırıyor. Kalça, basen ve  karında hareketleri yaparken acıyı ve yağların erimeye başladığını hissediyorsunuz. Piloxing kas çalıştırmasını, boksun güçlendirmesini, dansın eğlencesi ve duygusallığını ve yüksek enerjili kardiyo çalışmasını da bünyesinde barındıran tek bir program aynı zamanda. Tam bir saat boyunca süren egzersizler boyunca sayılı çıkaramadığım spor hareketleri yaptık içinde minder hareketleri de dahil olmak üzere. Piloxing hocası ise çok güleryüzlü ve destekleyiciydi sağolsun. Bir saat boyunca hem fiziken hem de moralman destekledi bizleri.

Vücudum oldukça ham olduğu için bir zaman sonra nefes nefese kaldım ancak toparlanıp kaldığım yerden tekrar devam ettim. Spor sonrası ise benimle birlikte spor yapmaya gelen diğer arkadaşlarla ve hocamızla birlikte anı ölümsüzleştirdim. Fotolar burada!

Çarşamba günü ise bu kez pilates deneme seansına katılacağım. Bacak ve kollarımın ince olduğunu ve asıl eritmem ve şekillendirmem gereken bölgemin kalça ve göbek bölgesi olduğunu düşünürsek pilates benim için daha bir uygun gibi geldi. Daha önce pilates topu alıp, evde pilates yapma hevesimden kısaca zaten bahsetmiştim. Heves diyorum çünkü başımdan biri olmadan pilates ve türevi tüm egzersizleri yapamıyorum. Yürüyüş de buna dahil. Yanıma bir yoldaş, bir gaza getiren arıyorum.

Şimdi iyi güzel, Piloxing'ini yapmışsın da ücretler ne alemde dediğini duyar gibiyim. Aslında fiyatlar oldukça uygun. Her ay bir eksik kıyafet alarak çok rahat verilebilecek ücretlerde.

Şimdilik Piloxing maceram bu kadar. Perşembe günü Pilates maceram ile karşınızda olacağım. Ayrıca bahsetmediğim Box ve Kardiyo egzersizlerinden de söz edeceğim.Takibimde kalın!

24 Mart 2013 Pazar

Yaz Kızım


Ne zamandır bir kaç başlıklı yazı yazasım vardı. Ben de yazdım.

Yemek canmış

Daha önceki yazımda bahsettiğim 20'lik diş ızdırabının ardından ancak vakit bulup yazabiliyorum. Bir haftalık yemesiz içmesiz, devasal sağ yanaklı, bol iğneli ve soğuk su kompleksiyle geçen zamanlar atlattım geçen iki haftanın büyük bir kısmında. Ardından sağlığıma kavuştuktan sonra kendimi yemeğe verdim bu kez. Yeryüzündeki her yemek bulunmaz bir nimet oldu benim için. Özetle yemenin kıymetini anladım. Bir hafta da kilo kaybettim mi bilinmez ama son bir haftadır kesin almışımdır.

Tam zamanlı işti tek istediğim

Bu arada freelance iş yaptığımdan daha önce bahsetmesem de şimdi söyleyeyim. Onlarca iş görüşmesine girip çıktıktan sonra. Belli bir süre için en mantıklısının freelance çalışan olmak olduğuna karar verdim. Zira haftada sadece 3 günümü vererek kazandığım ücretin az üstünü haftanın 6 günü kendimi paralayarak kazanıyordum. Gönlüme göre olan yerler olmayınca (gerek tanıdıksızlık/anladınız sen onu, gerekse 3 elemanın hakim olacağı niteliği tek bünyede barındıramamış/herkül olamamam) böyle devam etti bu süreç. Önümdeki zaman diliminde ise tam zamanlı çalışma ihtimalim söz konusu şu an freelance çalıştığım sosyal medya ajansında. Ben de çok olsun istiyorum. Olsun, olsun n'olur olsun.

Nurgül Yeşilçay taş değil, kayadır

Diğer bahsetmek istediğim mevzu ise 'Aşk Kırmızı' filmi. Bugün arkadaşımla Nurgül Yeşilçay, Ezgi Aşaroğlu ve Tayanç Akaydın oynadıkları 'Aşk Kırmızı' filmine gittik. Film +13 olarak vizyona girmiş bir film olunca acaba konulu filmeme mi giriyoruz tedirginliği oluştu tabii birazcık da. Meğer +13'lük tek olay Nurgül Yeşilçay'ın film yarısına kadar iç çamaşırlarıyla etrafta dolanmasıymış. Ama kadın hakkını veriyor, fiziksel olarak taş gerçekten. Hatta olgunlaştığını falan da düşünürsek kayalığa terfi etmiş kendisi. Afişte ise iki kadın bir adam görselinden de anlaşıldığı gibi gene paylaşılamayan erkek söz konusu. Filmden çıktıktan sonra aslında şöyle olsaydı böyle iyiydi, burası ne mantıksızdı falan diye yorum yaptık kendi kendimize. Bir de ister istemez mağdur eş yerine koyabiliyor insan kendini. Hani ben olsam ne yapardım acaba diye. Fena psikoloji, pek fena. Mehmet Erdem'in depresif şarkıları ise mevzuyu daha da tetikliyor. Gerilmek isteyen, sağlam psikolojisi olan izlesin derim.

Şimdilik tüm gelişmeler bunlar blog okur-yazarlar. Devamı çok yakında burada.

8 Mart 2013 Cuma

20'lik Diş Isdırabını Senin


Kendimi bildim bileli dişçiler en büyük fobim olmuştur. Bunda ufak yaştan beri süt dişlerimle dahi dişçi yardımıyla veda etmemin de büyük pay oldu tabii. Özetle erken tanıştım ben dişçi koltuğuyla.

Süt dişlerin ardından ihmal ettiğim için erken yaşta çürüyen bazı dişlerime yapılan dolgular ise dişçiyle olan samimiyetimin daha da ilerlemesine sebep oldu.

Yaş kemale ermeye başlayınca bu kez etrafımda herkesin 20'lik dişlerinden yakındığına tanık olmaya başladım. 20'lik dişlerle başı hoş olan fazla insan yoktu. Sıranın bana geldiğini yavaş yavaş hissetmeye başlasam da umursamamıştım pek. Taa ki dur bakalım benim 20'likler ne alemde bir kontrol ettirelim bakalım diyene kadar. Ve sonuç olarak 20'liklerin benim de başıma iş açtığını öğrendim. Hem de beraberinde 3 dolgu gerektiren dişi de beraber getirerek.

En basit olanından başlayıp dolguları yaptırdım. Yarın ise ilk 20'liğime veda ediyorum. Dişin bir kısmının gömülü olduğu haberini alarak, bir kaç gün ise ağzım burnun dağınık şekilde gezeceğim gerçeğiyle de yüzleştim. Moralimi en çok bozan kısmı da o kısım oldu zaten. Ben, sıvıyla beslenmek ve konuşamamak aynı cümlede epey tuhaf kaçıyor çünkü. Bakalım ileriki günlerde neler olacak.

Beklemede kalın. Geçmiş olsun dileyin.