22 Ekim 2015 Perşembe

Film Dolu Günler


Bu ay benim için sinema ve film dolu bir ay oldu. Bunlardan ilk ikisi Vodafone Freezone sponsorluğunda gerçekleşen Film Ekimi'ne ait filmlerdi. Film Ekimi'nin gittiğimiz ilk filmi Dalibor Matanic'in yönettiği bir film olan 'Güneş Tepedeyken' idi. Filmde üç farklı aşk öyküsü üç farklı zaman diliminde anlatıyordu. Filmde Bosna Savaşı'nın ardından süre gelen otuz yıla yayılmış iki milletin birbirine süregelen düşmanlığı ele alınıyor. Ve bu düşmanlık içerisinde tohumlanan Hırvat ve Yugoslavyalı iki gencin toplumca yasak görülen bir aşk ilişkisini yaşamaları konu ediliyor. Hikaye biraz Türkiye'de vaktinde bolca çekilmiş kan davalı aileye ait iki gencin yaşadıkları yasak aşk tadını damakta bırakıyor. Filmin en ilginç kısmı ise üç ayrı aşk öyküsünde yer alan aynı baş kadın ve aynı baş erkek oyuncu. Tihana Lazovic ve Goran Markovic farklı öykü ve zaman dilimlerinde buluşan iki aşığı çok başarılı canlandıran iki oyuncu gerçekten. İlk öyküde Jelena ile Ivan karakterleri olarak karşımıza çıkarlarken, ikinci öyküde Natasa ve Ante, son öyküde ise Marija ve Luka olarak karşımıza çıkıyorlar. Bence izlenmesi gereken anlamlı ve aşk dolu bir dram filmi.

Film Ekimi dahilinde gittiğimiz ikinci film ise 'Mükemmel Bir Gün' filmiydi. Film dram türü olarak değerlendirebilirim. Filmde 1995 senesinin Kosova'sındaki savaş ortamı anlatılıyor. O dönemki halkın temiz su ihtiyacını karşılamak için bölgeye gelen ve gönüllü olan bir ekibin suya ulaşmak için verdikleri mücadele ele alınıyor. Temiz su çıkarmayı sağlayan su kuyusunun içine düşen ve suyu kirleten ceset ise sadece bir başlangıç. Savaş esnasında ülkede yaşanan sefalet ve yokluk cesedi kuyuda çıkarmak için halat bulmalarına en büyük engel. Diğer yandan bürokrasi de araya girince iş iyice çığırından çıkıyor. Özetle oldukça ilgi çekici ve enteresan bir film. Başrollerde yer alan Benicio Del Toro'nun film boyunca karizmasından da bahsetmek isterim. Böylece listeme Javier Bardem'den sonra karizmatik bir İspanyol oyuncu daha katıldı. Filmde bazı diyaloglar biraz fazla uzun. Zaman zaman beni sıktı diyebilirim. Ancak konu ve oyuncuların performansı itibariyle gerçekten izlenesi.

İzlediğim üçüncü film ise daha önce de sabırsızlıkla vizyona girmesini beklediğim bir filmdi. Amy Winehouse'un hayatını ele alan Amy filmi. Biz bu filme belgesel de diyebiliriz. Zira gerek Amy Winehouse'a ait video ve ses kayıtları, gerekse onu yakınen tanıyanlara ait röportajlarla tam bir belgesel niteliğinde. On altı yaşından başlayarak yirmi yedi yaşına kadar uzanan başarılı ama bir yandan da hüsranla sona eren bir hayatın öyküsü. Amy Winehouse'un eşsiz sesi, hayatından kopup gelen besteleri ve kısacık hayatına MTV müzik ve Grammy gibi birçok ödülü sığdırması ile elde ettiği başarı inkar edilemez. Diğer yanda birçok modacıya ilham kaynağı olan farklı tarzdaki saçlaru ve giyimi de gününün moda ikonu olduğunun en büyük göstergesi. Ancak küçüklükten yana yaşadığı büyük tramvaların yarattığı ruh hali, hayatına soktuğu ve ömrünü adadığı erkeklerin onda yarattığı kötü alışkanlıklar ve bıraktıkları hasarlar başarılarını gölgelemeye yetiyor. Amy her ne kadar sahnede güçlü dursa ve sesiyle o gücünü ispatlasa da aslında çok kırılgan bir kız çocuğu. Diğer yanda küçüklüğünden biri yinelediği sürekli bir laf da var. Bir gerçekten ünlü olursam intahar ederim. Ve ömrünün baharında şöhreti yakaladığında ise dediğini de yapıyor. Ergenlikten itibaren sürekli tekrar ettiği Bulimia, eşi tarafından alıştırılarak defalarca rehabilitasyon merkezine gidip tedavi görse de bir türlü kopamadığı ve birçok kez ölümle burun buruna geldiği uyuşturucular ve son olarak alkol tüketmesi sonunu hazırlıyor. Yirmi yedi yaşında alkol zehirlenmesi ve düzensiz beslenme sebebiyle hayata veda ediyor. Geride ise harika şarkılarla dolu bir albüm ve singlelar bırakıyor. Ve de en önemli başarısı belli bir kesime hitap eden müzik türü olan cazı tüm herkese sevdirebilmesi. Diğer yanda Amy'in sonunu Marilyn Monroe'un sonuna da çok benziyor. İkiside hem şöhretin ağırlığına, hem de hayatlarına soktukları erkeklerin kendilerinde açtıkları yaralara dayanamayıp çareyi alkolde buluyorlar. Diğer yanda ikiside tramvatik bir çocukluğa sahip. Babasız yetişen iki genç kadın. Ve de ikisi de dönemlerinin moda ikonları ve başarılı isimleri. Sonları ise aynı. İkisi de evlerinde aynı şekilde ölü bulunuyorlar. Özetle etkileyici bir biyografik film. 

Son izlediğim film ise animasyon türünde 3D ile hayat bulan  Antonie de Saint-Exupery'in klasikleşmiş eseri Küçük Prens. Küçük Prens'i okumayanlarınız yoktur. Filminde ise kitabın kahramanlarından olan pilotun yaşlılığı ve o dönemde küçük bir kız çocuğu ile kurduğu arkadaşlık ilişkisi ele alınıyor. Yaşlı pilot kız çocuğuna Küçük Prens'e ait öyküyü aktararak kız çocuğunun kendisini ve dünyayı keşfetmesini anlatıyor. Gelecek kaygısı ile sadece programlı bir hayat sürmekte olan küçük kız yaşlı pilot sayesinde özgürlüğün ne demek olduğunu öğreniyor. Film boyunca Küçük Prens'te yer alan karakterleri farklı yer ve mevkilerde görebiliyorsunuz. Kitapta olduğu gibi animasyon filmi de yetişkinlere yönelik. Görsel şölen dışında çok küçük çocuklara fikir anlamında pek bir şey sunacağını sanmıyorum. Özetle Küçük Prens hayranlarının izlemesi gereken bir film.

İzlediğim dört filmi kendi penceremden sizlere sunmaya çalıştım. Umarın izlenecek listenize az da olsa katkıda bulunabilmişimdir. Sonraki yazımda görüşmek üzere. Hoşçakalın.




11 Ekim 2015 Pazar

Kıbrıs ve Arda Kalanlar


İki önceki yazımda balayı için kısa bir süre gittiğimiz Bodrum Gümüşlük'ten bahsetmiştim. Bu yazımda ise daha uzun soluklu dinlenme, gezme ve keşfetme anlamında daha fazla vaktimizin olduğu Kıbrıs tatilimizden bahsetmek istiyorum sizlere. Pazartesi günü başlayan tatilimiz Cuma gününe kadar devam etti. Bu süre zarfında Girne'de bulunan Vuni Palace Hotel'de kaldık. Hotel hizmetinin yanısıra Casino olarak da ayrıca hizmet veren bir tesisti.

İlk günler sıcağın etkisi ile güneş,deniz ve havuz üçlüsünden pek ayrılamadık. Daha sonraki günler ise hotelin bulunduğu ilçe olan Girne'deki yerleri gezerek vakit geçirdik. Kıbrıs deyince sembollerinden biri haline gelmiş Girne Kalesi ile yolculuğumuza başladık. İçinde birçok müze ve tarihi yapıyı içinde barındıran Girne Kalesi'nden yarım günümüz gitti diyebilirim. Kale Orta Çağ'da Bizanslılar tarafından inşa edildiği varsayılırken, Osmanlıya oradan da günümüze kadar ulaşmış bir yapı. Hatta bir dönem İngiliz sömürgesi döneminde polis okulu ve hapishane olarak bile kullanılmış. Bu nedendendir ki içinde hem Bizans, hem Osmanlı hem de Venediklilere ait birçok eser bulmak mümkün. Hatta kale bir dönem Lüzinyan olarak geçen günümüz Fransa'sının kökenini oluşturan bir topluma dahi ev sahipliği yapmış durumda. Kalede mimari ve tarihi anlamda ise en çok dikkatimizi çeken yapılar St. George Kilisesi (12 y.y.) ve Sarnıç oldu. Diğer yanda çeşitli medeniyetlere ait canlandırma ve o döneme ait antik eşyalardan oluşan müzeler oldukça ilgi çekici idi. Özellikle de Lüzünyan dönemine ait zindanların yer aldığı alan ve zindanlarda işkence gören insan canlandırmaları oldukça tüyler ürperticiydi. Diğer yanda Girne Kalesi'nde yer alan müzelerde Girne bölgesinde bulunan ilk yerleşik toplumlara ait farklı sergilerde mevcuttu. Vrysi Neolitik köyüne ait Vrysi buluntuları, Erken ve Orta Tunç Dönemleri'ne Girne yakınında bulunan Kırnı köyünde bulunmuş mezar canlandırmaları ve bu mezarlarda bulunan buluntular, Erken Bizans dönemine ait buluntular da yer alıyor. Müzelerin arasında en çok dikkat çekenlerden biri ise Batık Gemi Müzesi. Batık Gemi Müzesi'nde M.Ö.300 yıllarına ait bir gemi batığı ve müretabata ait araç ve malzemeler de mevcut.

Girne Kalesi gezisinden sonra biraz Girne'nin çarşısından dolaştık. Daha sonra ise dinlenmek için kendimizi  sahil kenarından bulunan bir cafeye attık. Diğer tarihi yerler yürüyüş mesafesinden çok uzakta olduğu için Girne Kalesi'yle yetinmeye karar verdik. Yemeği ise Girne'nin denizine sıfır mesafede konumlandırılmış Eziç Restoran'da yedik. Yemekler oldukça başarılı, fiyatlar ise Türkiye'de benzer restoranlara kıyasla daha uygundu.

Bir sonraki gün ise durağımız Lefkoşa oldu. Ama şansımıza o gün Kıbrıs'ta resmi tatil olduğundan bir çok yer kapalıydı biz de açık olan yerlere uğramakla yetindik. Bunlardan ilki daha önceleri St. Sophia Katedrali olarak kullanıp sonradan Sokullu Mehmet Paşa'nın Kıbrıs'ı fethi ile dönemin padişahı 2. Selim adına camiye çevrilen ve onun adını taşıyan Selimiye Cami'si idi. Caminin karşısında ise St. Nicholas Kilisesi vardı ancak sebebi anlamadığımız bir biçimde ziyarete kapalıydı. Ardından gene Osmanlı zamanında yapılan ve İzmir'de bulunan Kızlar Ağası Hanına çok benzettiğim Büyük Han'ı gezdik. Büyük Han içerisinde kahve, çay içilebilecek mekanlar ve genelde el yapımı ürünlerin satışını gerçekleştiren hediyelik eşyacılar vardı. Ben ise kendime Güray Altun'un atölyesinden seramik el işçiliği şu kolyeyi aldım. Atölyede kolye, küpe takılar olduğu gibi gene seramik ile süslenmiş tablo ve hediyelikler de mevcut. Yolunuz bir gün Büyük Han'a düşerse Güray hanımın atölyesine ve el işçiliği seramik ürünlerine mutlaka göz atın derim. Facebook'ta yer alan bu hesabından ise ürünlerini inceleyebilirsiniz. Büyük Han'ın ardından yakında bulunan Belediye Pazarı'nı gezdik. Belediye Pazarı'nda taze meyve ve sebzeler bulmak mümkün. Diğer yanda şile bezinden birçok giyim ve çantalar da satılıyor. Diğer görmeyi çok istediğimiz Sultan Mahmut Kütüphanesi ve Derviş Paşa Konağı ve Etnografya müzesi ise maalesef kapalı idi. Zaten müzeler ilginç bir şekilde günde sadece bir kaç saat açık. Haftasonları ise tamamen kapalı. Son olarak ise Güney Kıbrıs ile sınırı oluşturan Birleşmiş Milletler kontrolündeki Yeşil Hat'ı görmeye gittik. Güney Kıbrıs'taki rumlar kuzey kesimine rahatlıkla pasaportları ile geçerken, malesef türkler Avrupa Pasaport'u olmadan Güney Kıbrıs'a geçemiyor. Biz de melül melül karşıdan gelen rumları seyretmekle yetindik. Lefkoşa'da dinlence yerimiz ise Gloria Jean's oldu. Zaten çarşıda çok da kahve çay içilebilecek yer yoktu. Aynı zamanda kitap da satılan Gloria Jean's terası ile zaman geçirilebilecek güzel bir mekan. Böylece Kıbrıs gezimizi de sonlandırmış olduk.

Tatilimizin dördüncü gününde ya hava çarpmasından ya da yedik, içtiklerimizinden rahatsızlandık. İşin ilginci ise koskoca hotelde revir hizmetinin olmaması idi. Kıbrıs'ta sağlık sisteminin işimiz düşünce ne kadar vahim olduğunu da görmüş olduk. Nöbetçi eczaneler sadece gece 12'ye kadar hizmet verirken, hastanelerde ise acil nöbetinde doktorların bulunmadığı bize söylendi. Acilde durumunuzu çok vahim bulurlarsa hemşireler serum ya da iğne vuruyorlarmış.

Kıbrıs'ta diğer ilgimizi çeken şeyler ise....Çeşmeden artezyen deniz suyunun akması (tuzlu tuzlu), içme su fiyatlarının yüksekliği ve çoğunun artezyen olması (Türkiye'nin üç katı civarı), Türkiye'deki Vodafone'un orda halen Telsim adı ile geçmesi (geçmişe gitmiş gibi olduk resmen), her yerde gezinen Afrika'lılar, alkolden vergi kesilmediğinden alkol fiyatlarının düşüklüğü ve gene alkol reklamlarının serbest olması, yeme-içme fiyatları genel olarak uygun, adım başı kumarhanelerin bulunması ve de herhalde en önemlisi direksiyonlar İngiltere usulü ve yeri sağda, trafik ise tersten akıyor. Araçların vergi düşüklüğünden dolayı taksi dolmuşların markası bile Mercedes ve BMW, insan gerçekten hayret ediyor. Kıbrıslıların konuşmaları ise çok eğlenceli. Oturup esnafa kulak kabartarak bu ilginç türkçe aksanını dinlemek insana zevk veriyor.

Özetle sonu hastalıktan dolayı kötü bitse de Kıbrıs bizim için eğlenceli bir deneyim oldu. Umarım bir gün tekrar oralara yolumuz düşer ve bu sefer gidemediğimiz yerlere de uğrama şansımız olur. Belki şansımıza o zamana açık olurlar kim bilir.