Bu ay benim için sinema ve film dolu bir ay oldu. Bunlardan ilk ikisi Vodafone Freezone sponsorluğunda gerçekleşen Film Ekimi'ne ait filmlerdi. Film Ekimi'nin gittiğimiz ilk filmi Dalibor Matanic'in yönettiği bir film olan 'Güneş Tepedeyken' idi. Filmde üç farklı aşk öyküsü üç farklı zaman diliminde anlatıyordu. Filmde Bosna Savaşı'nın ardından süre gelen otuz yıla yayılmış iki milletin birbirine süregelen düşmanlığı ele alınıyor. Ve bu düşmanlık içerisinde tohumlanan Hırvat ve Yugoslavyalı iki gencin toplumca yasak görülen bir aşk ilişkisini yaşamaları konu ediliyor. Hikaye biraz Türkiye'de vaktinde bolca çekilmiş kan davalı aileye ait iki gencin yaşadıkları yasak aşk tadını damakta bırakıyor. Filmin en ilginç kısmı ise üç ayrı aşk öyküsünde yer alan aynı baş kadın ve aynı baş erkek oyuncu. Tihana Lazovic ve Goran Markovic farklı öykü ve zaman dilimlerinde buluşan iki aşığı çok başarılı canlandıran iki oyuncu gerçekten. İlk öyküde Jelena ile Ivan karakterleri olarak karşımıza çıkarlarken, ikinci öyküde Natasa ve Ante, son öyküde ise Marija ve Luka olarak karşımıza çıkıyorlar. Bence izlenmesi gereken anlamlı ve aşk dolu bir dram filmi.
Film Ekimi dahilinde gittiğimiz ikinci film ise 'Mükemmel Bir Gün' filmiydi. Film dram türü olarak değerlendirebilirim. Filmde 1995 senesinin Kosova'sındaki savaş ortamı anlatılıyor. O dönemki halkın temiz su ihtiyacını karşılamak için bölgeye gelen ve gönüllü olan bir ekibin suya ulaşmak için verdikleri mücadele ele alınıyor. Temiz su çıkarmayı sağlayan su kuyusunun içine düşen ve suyu kirleten ceset ise sadece bir başlangıç. Savaş esnasında ülkede yaşanan sefalet ve yokluk cesedi kuyuda çıkarmak için halat bulmalarına en büyük engel. Diğer yandan bürokrasi de araya girince iş iyice çığırından çıkıyor. Özetle oldukça ilgi çekici ve enteresan bir film. Başrollerde yer alan Benicio Del Toro'nun film boyunca karizmasından da bahsetmek isterim. Böylece listeme Javier Bardem'den sonra karizmatik bir İspanyol oyuncu daha katıldı. Filmde bazı diyaloglar biraz fazla uzun. Zaman zaman beni sıktı diyebilirim. Ancak konu ve oyuncuların performansı itibariyle gerçekten izlenesi.
İzlediğim üçüncü film ise daha önce de sabırsızlıkla vizyona girmesini beklediğim bir filmdi. Amy Winehouse'un hayatını ele alan Amy filmi. Biz bu filme belgesel de diyebiliriz. Zira gerek Amy Winehouse'a ait video ve ses kayıtları, gerekse onu yakınen tanıyanlara ait röportajlarla tam bir belgesel niteliğinde. On altı yaşından başlayarak yirmi yedi yaşına kadar uzanan başarılı ama bir yandan da hüsranla sona eren bir hayatın öyküsü. Amy Winehouse'un eşsiz sesi, hayatından kopup gelen besteleri ve kısacık hayatına MTV müzik ve Grammy gibi birçok ödülü sığdırması ile elde ettiği başarı inkar edilemez. Diğer yanda birçok modacıya ilham kaynağı olan farklı tarzdaki saçlaru ve giyimi de gününün moda ikonu olduğunun en büyük göstergesi. Ancak küçüklükten yana yaşadığı büyük tramvaların yarattığı ruh hali, hayatına soktuğu ve ömrünü adadığı erkeklerin onda yarattığı kötü alışkanlıklar ve bıraktıkları hasarlar başarılarını gölgelemeye yetiyor. Amy her ne kadar sahnede güçlü dursa ve sesiyle o gücünü ispatlasa da aslında çok kırılgan bir kız çocuğu. Diğer yanda küçüklüğünden biri yinelediği sürekli bir laf da var. Bir gerçekten ünlü olursam intahar ederim. Ve ömrünün baharında şöhreti yakaladığında ise dediğini de yapıyor. Ergenlikten itibaren sürekli tekrar ettiği Bulimia, eşi tarafından alıştırılarak defalarca rehabilitasyon merkezine gidip tedavi görse de bir türlü kopamadığı ve birçok kez ölümle burun buruna geldiği uyuşturucular ve son olarak alkol tüketmesi sonunu hazırlıyor. Yirmi yedi yaşında alkol zehirlenmesi ve düzensiz beslenme sebebiyle hayata veda ediyor. Geride ise harika şarkılarla dolu bir albüm ve singlelar bırakıyor. Ve de en önemli başarısı belli bir kesime hitap eden müzik türü olan cazı tüm herkese sevdirebilmesi. Diğer yanda Amy'in sonunu Marilyn Monroe'un sonuna da çok benziyor. İkiside hem şöhretin ağırlığına, hem de hayatlarına soktukları erkeklerin kendilerinde açtıkları yaralara dayanamayıp çareyi alkolde buluyorlar. Diğer yanda ikiside tramvatik bir çocukluğa sahip. Babasız yetişen iki genç kadın. Ve de ikisi de dönemlerinin moda ikonları ve başarılı isimleri. Sonları ise aynı. İkisi de evlerinde aynı şekilde ölü bulunuyorlar. Özetle etkileyici bir biyografik film.
Son izlediğim film ise animasyon türünde 3D ile hayat bulan Antonie de Saint-Exupery'in klasikleşmiş eseri Küçük Prens. Küçük Prens'i okumayanlarınız yoktur. Filminde ise kitabın kahramanlarından olan pilotun yaşlılığı ve o dönemde küçük bir kız çocuğu ile kurduğu arkadaşlık ilişkisi ele alınıyor. Yaşlı pilot kız çocuğuna Küçük Prens'e ait öyküyü aktararak kız çocuğunun kendisini ve dünyayı keşfetmesini anlatıyor. Gelecek kaygısı ile sadece programlı bir hayat sürmekte olan küçük kız yaşlı pilot sayesinde özgürlüğün ne demek olduğunu öğreniyor. Film boyunca Küçük Prens'te yer alan karakterleri farklı yer ve mevkilerde görebiliyorsunuz. Kitapta olduğu gibi animasyon filmi de yetişkinlere yönelik. Görsel şölen dışında çok küçük çocuklara fikir anlamında pek bir şey sunacağını sanmıyorum. Özetle Küçük Prens hayranlarının izlemesi gereken bir film.
İzlediğim dört filmi kendi penceremden sizlere sunmaya çalıştım. Umarın izlenecek listenize az da olsa katkıda bulunabilmişimdir. Sonraki yazımda görüşmek üzere. Hoşçakalın.
7 kişi ahkam kesmiş:
Aaaa bende gitmek istiyordum Film Ekimine tamamen aklımda uçup gitmiş..
amy filmini seyretmeyi merakla bekliyorum...
Merhaba blogunuxu kesfettim blogumada bekletim
"Amy" filmi bu sezonun en çok izlenen filmlerinden biri olacaktır...
Paylaşımınız için tşk ederim.Yüreğinize emeğinize sağlık.Sevgiler
Amy'i merak ediyorum bende (:
Bia çocuk olduktan sonra hiç sinemaya gidemedik genelde tv açıksa "marsupilami" izleriz:)) artık üç yaşına gelen oğlumla animasyon filmlerine gidebiliriz herhalde! Küçük prens bize göre olabilir. Bu arada GFC aradım bulamadım bir de web sürümündeyken yorum yaz çıkmıyor mobil sürüme geçtiğimde bulabildim. Sevgiler...
Yorum Gönder